“VAZİFEYE ÇAĞIRIŞ“
İktidarın anayasa dışı bir anlayışa doğru kaymakta olduğunu müşahede etmekteyiz. Son çıkan kanunlar ve bunların tefsir ve takdirinde tutulan ölçüleri garbın hukuk devleti sistemiyle bağdaştırmaya imkân yok. Bu yoldan çevirmek ve demokratik zihniyet ve müesseseler içinde vazife görmeye sevk etmek için cemiyetin muhtelif unsurlarından daha ısrarlı gayretler beklemek lâzımdır. Bu unsurların başında müstakil müesseseler ve münevverler kütlesi gelir.”
Müşahede, garp, münevver, mes’uliyet, evladı ıyal kariyesi gibi daha Türkçesi kullanılan kelime ve tanımlara takılmasak, bir gazete makalesinden aldığımız bu fikirlerin, günümüzü anlattığını ya da günümüzde de geçerli olduğunu düşünürüz.
Menderes iktidarının tam orta yılında muhalif “HALK” gazetesindeki Oğuz Oran imzalı makaleyi işaretleyip bir gün kullanırım ihtimaliye arşivime koyduğumda, bilmezdim, o günün 2025 yılının 10 Kasım’lı bir vakit bir vakit olacağını.
Millî Gazete’mizin yeni sistemi “Hiç değişmedik ama çok gelişiyoruz” sloganıyla ilk tanıttığı anlarda, Kadir Çeribaş’ın hazırladığı ve “Atatürk’ü eleştiren yazısı siteden kaldırıldı! Yeni Şafak, Aydın Ünal’ı sildi” başlığıyla yayımlanan haberi okuduğumda, 70 yıl önce aranan “aydın” bulunmuştur diye sevindim.
Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal’ın yazısının özetini milligazete.com.tr sitemizden okuduğum an alıma gelen “Neden bu gün” sorusuydu.
Çalakalem yazılmış bir 10 Kasım yazısı değildi. Bir ekiple çalıştığını bir röportajında anlattığını hatırladığımda bir tahminim oldu elbette.
Neden bugün sorumuza, yazar Aydın Ünal haberin aşağısına konan bir twitte, başka bir tarihte yayımlanmak üzere geri çektiğini, sansürün söz konusu olmadığını izah ederken, gazetenin tavrına da “teknik hata” demesi, galiba bir ayrıntı değildi.
Yazarına, neden böyle bir muamelede bulunduğunun açıklamasına gerek duymayan gazetenin, ertesi gün yazıyı sahiplenmesi ve sosyal medyada paylaşımını yaygınlaştırması, beklediğim bir olaydı.
Bab-ı Ali gazeteciliğinde başvurulan tiraj artırma taktiklerini andıran bir koku sezmenin ötesinde, yazarın anında paylaştığı itirazdaki, siz beni ne sanıyor sunuz, efeliğini de fark etmiştim.
AKP milletvekili olacağı 2015 yılının seçim öncesinde Habertürk’teki onu anlatma ve ünlendirme röportajlarından Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a 8 yılda yazdığı konuşma metinlerinin 6-7 bin sayfa tuttuğunu öğrendiğimiz Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal’ın 2025 yılının 10 Kasım’ında neşredilen “Bir 10 Kasım yazısı”na düzeltme veya reddiye yazmak değildir maksadımız.
Yaşanan günlerin öne çıkan olaylarına, mizahi bir üslupla, önlü arkalı ve geçmişli gelecekli bir ayna tutarak, Millî Gazete okuyucularını doğru yorumlara ve yeni çağrışımlara gayretlendirmek hedefimizin dahilindeyiz yine.
Bab-ı Ali gazeteciliğinde ara sıra başvurulan taktik demiştik, paralellik iddiası gütmeden, hafızalarda olan bir olayı yeni gençliğimiz de bilsin isteriz.
Merhum Demirel başbakan iken, bakanı Cavit Çağlar’ı kullanarak muhalif liderlerden Mesut Yılmaz’a “yavşak” sıfatını, yarı resmi ihtilal yanlısı gazetelerden Hürriyet’in manşetine yazdırır.
T. Özal günlerinden itibaren “Özköşklü” etiketiyle ünlenen sorumlu gazeteci “Demirel telefonla sipariş etti, biz de Mesut Yılmaz yavşaktır manşetini attık” diyerek müsekkin rolünü de oynamıştı.
Ismarlama haber ve yazıların da gazetecilikten sayıldığına bu örneği vermemizin sebeplerinden biri merhum Demirel’in 28 Şubat baniliğine, Mesut Yılmaz’ı başbakan yapmayı eklemesidir.
Ne, neyin karşılığında söylenmiş, neyin karşılığında söylenmemiş sayılmıştı? Bilenler biliyor, bilmeyenler önemsemiyor.
Yazımızın girişine koyduğumuz “Vazifeye çağrı” yazısıyla aynı günlerde yayımlanan ve arşivimize koyduğumuz bir yazıyı da 10 Kasım yazıları dolayısıyla meraklara sunuyoruz.
“Atatürk’e Yenilenler
Churchill, Lord Kitchner, Lloyd Georges, Venizelos, Mussolini, Laval ve Stalin O’na yenilmişlerdir.
Atatürk milletini ve vatanını bütün bir iman ile seven bir insandı. Onun iç politikada ve iç işlerimizde yanlış veya eksik işleri olmuştur. Bunlar ayrıca incelenebilir ve incelenmelidir. Fakat dış ideolojilere ve Türklüğe karşı olan düşmanlıkları karşılayışında o eşsizdir.”
“İlk yenilen Çanakkale’de Churchill’dir.”
“O zaman Harbiye Nazırı olan Lord Kitchner de aynı akıbetten kurtulmak için çırpınırken bir Alman denizaltısının torpillediği harp gemisi içinde gitti.
Atatürk, İstiklâl Harbinde de hem İngiliz Başvekili L. Georges’i, hem de Venizelos’u yendi ve düşürdü. Üstelik Yunanistan’da Başvekil Gonatas ve arkadaşları da muhakeme ve idam olundular.”
“Hatay işinde o zamanki Fransız Başvekil Pierre Laval düştü. Sonra da vatanına ihanet suçundan idam edildi.”
Bu tespitlerden sonra sayfayı hazırlayan gazeteci, bir başka haber bağlantısı ile son noktayı koyuyor.
“ Ansiklopedilerde, Atatürk Harbiyeden 320 kişilik olan sınıfının yirmincisi ve piyadelerin sekizincisi olarak çıkmıştır. Sicili 317-8’dir. Öteki Erkâni harbiye sınıfında 37 kişiden 13 arkadaşını muvaffak olduğunu ve bunların arasında beşinci olduğunu yazar.
Hal buki bu ansiklopediler çıkmadan Ali İhsan Paşa’nın bir İstanbul gazetesinde yayınladığı hatıratında sınıfının ikincisi olarak gösterilmiştir. Fakat ansiklopedinin bibliyografyasında da Ali İhsan Paşa’nın bu hatıratı ve neşriyatı yoktur. Çünkü Ali İhsan Paşa’yı Sayın İnönü sevmez ve ondan hoşlanmaz.’’
“Aranan Aydın bulunmuştur” esprisini yaptığımız, Yeni Şafak’ın bir tereddütten sonra tekrar sahiplendiği, ‘’Mağlubiyetin kılıflı itirafnamesi’’ gibi okuduğumuz malum yazıdan tek bir kelime almadık sayfamıza.
1956’larda yazılmış yazılardan bu yıllara nasıl geldiğimizin kıyası ile 2025 10 Kasım yazılarından sonraki yıllara (Aydın’ca mı)) varacağımızın hesapları doğru yapılsın istediğimizdendir.
KOYUN KOYUNA
“Koyun postuna bürünmüş kurt” diye tanımlanan, aldatıcı karakterli insanların aklı zorlayan maceralarını ya okuduk ya da duyduk.
Koyun postlu kurtluğun günümüze uyarlanan şeklini, en yeni dolandırıcılık öyküsü tanıtımıyla sosyal medya ortamlarında paylaşıyor insanlar.
Kurtların değil, kahramanların koyun postu giydiği ve “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu” darb-ı meseline yol verdiği efsanemiz ise, bir savunma destanından kaynaklıdır.
Kaderlerinde yata yata ve çamurlara bata bata gelmek olduğundan, türkülerimizin gelinleri yosunları tuta tuta sele gittiğinde, merhamet çağrışımı koyunlarla yapılmıştır.
Partisinde ‘’Eski’’ temizliğine niyetli İsmet Paşa’nın, merhum Feyzioğlu’na ‘’Koyun’’ amblemli bir parti kurdurmasıyla siyasete giren Koyun’lu girişime rahmetli Serdengeçti’miz Osman Yüksel, ‘’Oyun Partisi’’ demişti ilk dinlediğim konuşmasında.
Bilinen bu koyun-kurt hikayelerinin tam tersi bir durum, bir vak’a var mıdır Türk tarihinde, sorusuna ulaşıldığında, evet cevabı hazırlanır ve hatırlatma yapılır.
Bir koyun, kurt postuna bürünmüştür.
Cilalı taş devrinde türküsü yakılmış, askıda ekmek yazıtlarının altında henüz okunmuştur.
Koyun gelir dostuyunan,
Sırtı Bozkurt postuyunan!
TÜRK SUBAYLARI TRABLUSGARP YOLUNDA
“Mustafa Kemal ve Mısırlı Subay
Mısır’da çıkan haftalık Rozelyusuf dergisinin elimize geçen son sayılarından birinde şu dikkate şayan yazıyı okuduk:
“1911’de İtalya âni bir surette Trablusgarp Limanına kuvvet çıkararak o zamanlarda Türkiye’ye tâbi olan bu vilâyeti istilâya başladı.
Bu hareketi şeref ve haysiyetlerine bir tecavüz sayan İslâm milletlerinin gençleri arasında hamaset ve mücadele heyecanı oluşturdu.
Libya’nın imdadına koşan gönüllüler, Mısır’a akın etmeye başladı.
Fakat o sırada Mısır’da her şeye hâkim olan İngiltere, Mısır’ın bîtaraflığını ilân ederek, gönüllülere hududu kapadı.
Bu arada birçok Türk subayları gönüllü sıfatıyla Libya’ya gitmeyi kararlaştırmışlardı. O sırada Türk ordusunun askerî kuvvet nakletmek için kâfi deniz taşıt vasıtaları yoktu.
Türk subaylarının arasında bilâhare Türk inkılâbının önderi olan Mustafa Kemal de vardı.
Mustafa Kemal, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra nihayet Mısır’a vasıl oldu. Fakat İskenderiye’ye gelince orada hududun kapalı olduğunu öğrendi. Geri dönmek onun için imkânsızdı.
Mustafa, bedevî kıyafetine girerek Batıya hududa giden trene atladı.
Hududa gelince arama yapmak için tren durduruldu.
Mısırlı hudut subayı, İskenderiye bölgesinin İngiliz kumandanından Mustafa Kemal’in evsafını havi bir müzekkere almış bu mavi gözlü, sarışın Türk subayının yakalanıp mevcuden Kahire’ye götürülmesi isteniyordu.
Mısırlı hudut subayı, bu iyi Arapça bilmeyen, mavi gözlü sarışın bedeviye baktı. Baktı. Onu tanıdı. Bu Mustafa Kemal’di…
Subay şaşırmıştı. O İngilizlerin ve İtalyanların aleyhinde idi. Fakat emirler sarihti.
Mısırlı hudut subayı, yolcuların arasına bir göz gezdirdi. Mustafa Kemal’in evsafına az çok benzeyen birisine gözü takıldı.
Mustafa Kemal’in yerine onu tevkif etmeye karar verdi.
O anda iki subayın bakışları karşılaştı. Ve yüzlerinde birçok şeyler ifade eden bir gülümseme belirdi. Türk subayı kapalı hududu geçmişti.
Kahire’ye gönderilen o bedevî bir yanlışlığa kurban gittiği anlaşılıncaya kadar, Mustafa Kemal çoktan varacağı yere varmıştı…”
(ÇAKMAK Mecmuası Kasım 1956))