Az da olsa devamlı olmak, yerine göre susmak, “sen bilirsin, dediğin gibi olsun” diyebilmek, haklı da olsak tartışmayı belli bir noktadan sonra terk etmek, zamanında harekete geçip, gerektiğinde durabilmek, gerçekten dinlemek, ısrarcı olmamak, oturduğumuz koltuktan kalkmasını bilmek, aza tamah etmek, çoktan kaçınmak, hangi konu olursa olsun ifrata, tefrite kaçmadan orta yol ehli olabilmek çok da zor olmasa gerek.
Dikkatle bakmak, görmeye çalışmak, aklı kullanmak, mantıklı hareket etmek, gülümseyebilmek, selam vermek, hâl hatır sormak, hatır gönül bilmek aslında mutluluğun anahtarı değildir de nedir. Dünyaya fazla bağlanmamak, geleceğe hapsolmamak, çocukları, torunları ve torunların çocuklarını hesap ederek mal biriktirmemek, toprağı arsa olarak değil bir süreliğine istirahat alanı olarak görmek, her boş araziye muhtemel dikilebilecek beton binaları hayal etmemek kötülükten uzak durmak için yeterli olacaktır.
“İnsan nedir?” diye sorsalar, “hayatı zorlaştırandır” diye cevap veririm. İnsan nedir deyince bir de ninemin lafı aklıma gelir. “Oğlum insanın kendi kendine ettiğini dağlar taşlar etmezmiş” der ninem sıklıkla. İnsan kendi kendine eden ve kendi kendine bulandır. Üç günlük dünyayı bitmeyecek gibi yaşayandır. İnsan, hayret edilecek kadar garip olandır.
İnsan, oyun ve eğlencenin farkında olmayandır. Arzularına kapılan, şeytanı tanımayan, nefsine aldanan, anı unutan, yarının bilinmezliklerine kapılan, geçmişten ders almayandır. İnsan, yolda olduğu halde orta yolu bulamayan ve genellikle uçlarda risk altında yaşayandır. En olmayacak ile meşgul olurken kolaylıkları gözden kaçıran, burnunun dibindeki hakikati atlayıp, karanlıklarda kaybolandır. Apaçık gerçeklere yüz çevirip sığ aklın girdabında boğulandır.
Akıl yürütmeyi, kendine tapma noktasına getiren, aklına, bilime esir olurken gerçekliğin arkasındaki sırrı gözden kaçırandır. İnsan ne garip bir varlıktır.
Dünya, insanın orta yolu bulamadığı, yerçekimini anlamadığı, boşlukta dönmenin esrarını unuttuğu, güneşin azametini hatırlamadığı, sonsuzluğu, kâinatı aklına bile getirmediği yerdir. Milyarlarcasının önceden toprağa girdiğini ve milyarlarcasının da sırasını beklediğini düşünmediği büyük bir mezarlıktır. Evet evet, dünya büyük bir mezarlıktır, kim bilir belki de daha büyükleri de vardır. Dünya, bugün var olunan yarın ne olacağının bilinmediği yerdir.
Dünya, ilk sahibinin bilinmediği kıymetli şeylerin de mezarlığıdır. Altının, gümüşün, hazinelerin, paranın, betonun, evlerin, arsaların, katların, yatların da mezarlığıdır. Dünya, en çok malı olanların en zor ayrıldığı, ayrılırken en çok üzüldüğü yerdir. Malı olmayanın gözünde olmadığı ve umurunda da olmadığı yerdir dünya. Dünya kimisine göre vardır, kimisine göre yoktur, kimisine yâr, kimisine dardır. Bilenler için ise dünya yalandır.
İnsanların çoğu dünyayı tiyatro sahnesi gibi kullanır. Dostluklar, arkadaşlıklar, sevgi, saygı, aşk, merhamet, muhabbet hepsi bir yere kadardır. Sokrates’in dediği gibi: “Ey dostlarım bu dünyada dost yoktur.” Evet, aslında bu dünyada dost, anne, baba, kardeş, akraba, yoldaş, arkadaş yoktur. Bu dünyada oyuncular ve onların oynadıkları roller vardır. Acılar üzerine kurulmuş tiyatro sahneleri, kaliteli ses sitemleri, kıymetli sahne malzemeleri, aldatılmış seyirci, işte bu dünyanın asıl özeti.
İnsan bir kere rol yapmayagörsün, bir kere o sahneye çıkmaya görsün, bir kere alkışlanmaya görsün. O sahne, insanlar, alkışlar insanın aklını başından alıyor. Bir zaman sonra sahne gerçek dünya, rol karakter, insanlar da gerçek dost haline geliyor yani öyleymiş gibi zannediliyor ve gerçeklerle yalanlar yer değiştirmiş oluyor. İşte bütün büyük felaketler böyle başlıyor.