Gelenekten yararlanmak

Abone Ol

Bir söz sanatı olarak ortaya çıkan edebiyat, sanatçının

gerçeğiyle toplumun gerçeği birbiriyle buluştuğu anda doğru ifadesini bulur ve

kültürel değerlerle bütünleşirse, tabii bir görev ifâ etmiş olur. Edebiyatın

malzemesi de muhatabı da insandır. Bu yüzden sanatçı konusuna en uygun dili

bulmak, anlatacağı insanı en iyi kavrayacak perspektifi bulmak zorundadır.

Günlük dilden sanatın dilini, geleneğin çizgisinden yeniliği bulamayan edebiyat

adamı başarısızdır. Böylece edebiyat, somut ilişkilerden soyut sonuçlar

çıkarması beklenen okuyucunun iç dünyasına da yaklaşarak kargaşadan bir düzen

çıkarır, onu evrensel ve mutlak olana yöneltir. Edebiyat geleneğimizde bunun

örnekleri çok var.

Bu anlamda edebiyat, en somut ilişki ve görüntülerden en

soyut hedeflere ulaşabildiği ölçüde önemli ve kalıcı bir faaliyet alanıdır.

Etkisi de buradan gelir. En küçük insanî ilişkiden, insan eli değen en küçük

nesneden, idrakin ulaşabildiği son noktaya kadar her şey edebiyatın ilgi

alanına girer. O bakımdan, ilk evliya-şairlerden beri toplumumuz için edebiyat

her şey dir; bu yüzden her şey edebiyatla anlatılır. Eski kültürümüzde,

edebiyat geleneğimizde edebî olanla İslâmî olan aynı kimliği taşır, aynı

müştereklere sahiptir. O yüzden, Edîb olur kişi sermaye-i edebi kadar

denmiştir.

Dede Korkut tan beri bizde edebiyat her şey olmuştur,

yazılan her şeyde edebîlik çabası görülmüştür. Batı kültüründe ortaya çıkan

şiir ve nesir diline ait sistematik ayrım İslâm kültüründe yoktur. Devlet

adamından başlayarak, herkes şiir ve güzel sanatlarla bezenmiş bir kültürü

benimser.

GELENEKTEN KOPUŞ VE KÖKSÜZLÜK

Ahmet Yesevî nin hikmet lerinden Muallim Naci nin

gazellerine ve yeni tarz şiirlerine kadar, eski kültürümüzün çerçevesinde

oluşan bütün edebî verimler, insanî ilişkiden İlâhî mesaja ulaşmak gibi bir

hedefe sahiptir. Mesnevî den Yunus un ilâhilerine, Leylâ ile Mecnun dan Şeyh

Galib in gazellerine kadar bütün klasiklerde hep aynı dünya görüşünü

bulabiliyorsak, bunu sanatçı ile toplumun bütünleşmesine bağlamak gerekir. Bu

bakımdan eski edebiyatımız son derece tabii bir oluşum içindedir. Devlet

başkanı olan Padişahtan Yeniçeri arasından çıkmış Halk şairine, Divan tarzı

şiirler yazan Şeyhülislâm dan Tekke şairlerine kadar hep aynı değer

ölçülerinin, aynı sanat ve insan anlayışının temsilcileriyle karşı karşıya

olmuşuz. Bu bütünleşme içinde oluşan edebiyat da tabii bir fonksiyona sahiptir.

Çünkü devleti ve toplumuyla bütünleşen herkes gibi sanatçı da aynı medeniyetin

sözcüsüdür. Onun değerlerini dile getirir, o çerçevede eser verir. Bütün klasik

edebiyatlarda bu vardır.

Divan şairlerinin kullandığı mazmunların sosyal

gerçeklikten uzak, soyut bir dünyada teşekkül ettiğini söyleyenler, zamanla

kendileri de aynı keyfîliğe düştüler. Divan şairlerinde zihnî bir kurguya

bürünen imajlar, Namık Kemal ve arkadaşlarında tamamıyla soyut düşüncelere

kahraman kimliği kazandırma çabasına dönüştü. Bu tutum edebî faaliyete imkân

vermez. Çünkü sanat, somut hayattan yola çıkar, soyutlama daha sonra görülür.

Soyut kavram ve düşüncelerle bilim ve felsefe uğraşır.

Bu anlamda yeni edebiyatımız yapay bir görüntü ortaya

koymaktadır. Birbirine zıt görüşlerle geliştirilmeye çalışılan edebi akımların

toplumla göbek bağı yoktur. Aslında bugün açıkça görülen durum, Tanzimat

edebiyatının başlangıcından beri vardır. O yüzden Batı tesirindeki yeni Türk

edebiyatı gelenekten kopmayı yeniliğin olmazsa olmaz şartı saymış; bu da genç

sanatçıları köksüzlüğe mahkûm etmiştir.

Tanzimat sonrasının ilk büyük sanatçısı olan Abdülhak

Hâmid in eserlerinde dikkati çeken bu yabancılığı, bütün entelektüel

faaliyetlerimizin son yüzyılı için geçerli sayabiliriz. Şiirin özel durumu bir

yana roman ve tiyatro gibi en sosyal alanlarda bile edebiyatımız yapay bir

kimlik göstermişse, bunun çok esaslı sebepleri olmalıdır. Bunu tek boyutlu

estetik bir olay olarak görmenin imkânı yoktur. Batıcı görünen yenilikçi bir

edebiyat, daha açık ifadeyle batılı bir kültür ve medeniyetin sözcülüğünü

üstlenen sanatçı, ister istemez kendi geleneğinden kopacaktı. Bu kopuşun

kaçınılmaz sonuçlarından biri köksüzlük; diğer dikkati çeken sonuçlar ise,

yapay edebiyat akımları ve özenti sanat anlayışlarıdır.

Avrupai yolda gelişen Tanzimat, Servet-i Fünun, Millî

Edebiyat, Cumhuriyet Edebiyatı, Garip Şiiri ve İkinci Yeni anlayışları, hep bu

yapaylığın ve batılı akımlara özentiliğin etkilerini taşırlar. Edebiyattan

başka alanlarda eser veren Türk sanatçısı da bu yapaylığın etkisinden büsbütün

kendisini kurtaramamaktadır. Son yıllarda kültürel temellerimize bağlılıkları

itibariyle en tabii gelişme gösteren İslâmî duyarlıkla eser veren gençlerin

eserlerinde de bu eğilimler göze çarpmaktadır. Bunlar yapay zemin üzerinde

geliştiği için, benzer tavırlar sergilemekten çekinmiyorlar maalesef. Halbuki

İslâmî eğilimde eser verenlerin özde karşı oldukları görüşlerle akımların

sahiplerinin yapay tavırlarına özenmeleri geçici bir heves bile olsa hoş değil.

Temel görüşleri batıcı olanların üslûpları da hastalıklı...

Tanzimat sonrasında bu yapay edebiyatın bütün

özentiliklerine ilk karşı çıkanlar, A. M. Efendi ile Muallim Naci den sonra

Ömer Seyfeddin, Mehmet Âkif ve Yahya Kemal olmuştur. Bunların oluşturduğu

tepki, Necip Fazıl ın kendine özgü tavrına imkân veren bir ortam hazırlamış,

toplum bu son derece tabii karşı çıkışı bütün kalbiyle kabullenmiştir. Bu

şahsiyetlerin büyüklüğü ve birlikte mütalâasını mümkün kılan ortak özelliklerin

en önemlisi, yapay edebiyat anlayışlarına ve sahte ilişkilere samimiyetle karşı

çıkmalarıdır. Samimi bir tavırla yerli bir dünya görüşü temsil edilmektedir.

GELENEĞE SAHİP ÇIKANIN TARİH ŞUURU

Artık edebiyat geleneğimizin imkânlarını düşünmenin ve

bunu, sanal bir dünyada yapay sanat anlayışıyla yanlış ilişkilerden kurtarıcı

tek yol olarak görmenin tam zamanıdır. 1970 li yıllarda ortaya çıkan gelenek

tartışmaları, ondan yararlanma gereği konusunda yazılıp söylenenler nedense

ufuk açıcı olamadı. Hâlbuki her kültür ve sanat anlayışının en önemli meselesi,

kültürel değer ölçüleridir. Her ülkenin sanat ve edebiyat alanındaki teorik

birikimi, geçmişle hesaplaşarak ortaya çıkabilir. Geleneği olmayan, geleneğe

eklemlenmeyi beceremeyen yeniliklerin kökü yoktur, o yüzden yaşatılamaz...

Burada gelenek konusuyla epeyce ilgilenen, Batı Avrupa da

dinamik gelenekçilik anlayışının sözcülerinden olan T.S.Eliot a dikkati

çekmek istiyorum. Modern İngiliz-Amerikan şiirinin öncülerinden sayılan ve

şiirleri kadar estetik görüşleriyle de dikkati çeken T.S.Eliot, içinden çıktığı

edebiyatın klasik şairlerinin seçme şiirlerini de yayınlamıştır. Böylece

edebiyat geleneğine sahip çıkma örneği ortaya koyan, Gelenek ve Şair adlı

yazısı da gözden incelenir.

Gelenekten yararlanma çabasına girenlerin önünde Yahya

Kemal gibi bir örnek varken, ille de yabancı üstatlara ihtiyaç duyanlar için

T.S.Eliot u hatırlatma çabamız yadırganmamalı. Yahya Kemal in ifadesiyle

mektepten memlekete gitmek isteyenler için bu tür kaynaklar her zaman

uyarıcıdır. Yeni klasiklikten kaynaklara yaklaşmamız bugün için gerekir.

Sanat ve edebiyat geleneklerimiz arasında bize özgü

normların ve motiflerin ciddî bir sanatçı ilgisiyle kavranabileceği, kendi

kültür mirasını sahiplenmeden ondan yararlanmaya çalışmanın bir tür

oportünistlik olduğu artık herkes tarafından biliniyor. Özellikle de edebiyat

geleneğimizin özünü oluşturan dünya görüşü benimsenmeden girişilen gelenekten

yararlanma gayretleri birer aldatmacadır.

Yahya Kemal den sonra geleneğin özüne sahip çıkan Necip

Fazıl yanında, Asaf Hâlet Çelebi ile Sezai Karakoç un onlardan farklı bir

üslûpla ve kendilerine özgü tarzda gelenekten faydalandıkları görüldü. Bunlar

gibi öze bağlı olduğu kadar estetik motifleri modern bir tarzda canlandıranlar

önemli.

Edebiyat geleneğimizden kopanlar yalnız kendi eserlerine

zarar vermiyor, topluma da kötü örnek oluyor. Sanat eserinin, Olsa da olur,

olmasa da! görüntüsünü gelenekten koparak değiştirmek mümkün değildir.

Edebiyat bizde yine her şey olmadığı sürece boş bir uğraşı olmaktan

kurtulamaz. Elbette yeniden iyi çalışmalar yapılırsa, her şeyden aslına uygun

olur.