Gelen, kültürü ile gelir!

Abone Ol

Gelen, kültürü ile gelir!

Her yenildikleri maçtan sonra Avrupa’nın futbolcu

pazarlarına dalan futbol patronlarının, alacakları futbolcular üstünde illa

süslemeler, işlemeler de olmalı, şartını koştuklarını sanmıyoruz topçu

simsarlarına.

Dolayısıyla GS’nin son transferi Sneijder, FB’nin vücudu çok

süslü Meireles’ini dengelesin diye alınmış olamaz.

Öyleyse fark ne

Bir karışıklığa meydan vermemek için ne diyecekler Nasıl

savunacaklar bu durumu

Açtım, baktım gazetelerini; siz de okuyun dediklerini,

diyerek koyduk belgesini. (Dikkat! Sağda..)

“Her dövmesinin bir anlamı var!”

Dövmeleri, kulübünün disiplin kurullarına, federasyonların

PFDK’larına, adliyelerin koridorlarına taşınmış olabilir. Lâkin bu onun büyük

futbolcu olduğu gerçeğini gölgeleyemez.

Tanıklar var, şahitler var, kameralar var, fotoğraf

makinaları var, karanlık oda banyoları var... Ortak kanaat şudur: “Her

dövmesinin bir anlamı var!”

Anlamsızlık onun işi değil. İlk mahalle maçında kapı komşusu

bir çocuğu dövmesi, ilk profesyonel olduğu maçta rakip kaleciyi dövmesi ve

sonraları ona düdük çalma cesareti gösteren her hakemi dövmesi, hep anlamlı

olmuştur. Hatta her anlamlı dövmesi sonrası, objektiflere daha bir anlamlı

baktığının tutanaklarla tespit edildiği rivayet edilir.

Taraftar gazetelerin bu açıklamaları tüm futbol kamuoyunu

tatmin etmesine rağmen, yine de bir küçük soru takılıp kaldı akıllara. Her

dövmesi anlamlı bu son transfer, ola ki bir antrenman sırasında veya bir maçta

yedeğe çekildiğinde, takımın “eleman”ını dövmesinin anlamı nasıl açıklanacak

Madem ki, “Her dövmesinin bir anlamı var...”

Soralım dedik...

Sağlık olsun

Bir Recep eksildi

Başbakan’ının dahi olmaktan imtina ettiği aşıları ithal

ettirmekle ünlü Sağlık Bakanı görevden alınmış.

Başbakanla adaş olmasını, benim adım da Recep’tir, diyerek

avantaj hanesine yazdıran Sağlık Bakanı’nın adı bu kez görevden alınan Bakanlar

listesine yazılmış.

Deneme, yanılma, düzeltir gibi yapma metoduyla çalışan bir

medula sistemi ile sağlık camiasını, kimine göre arap saçına, kimine göre

çorbaya çeviren Sağlık Bakanı görevden alınmış.

Görevde olması ne kadar önemliydi  ki, görevden alınması önemli olsun, diyenler,

kameramanımızın tespit ettiği bu tabloya tekrar tekrar baksınlar.

Orda ne mi oluyor

Sağlık Bakanı’nın görevden alındığını duyan doktorların

canla, başla, aşkla, şevkle, iştahla çalışmaları, neden kurtulunduğunu çok çok

iyi anlatıyor.

Yani bir Recep’in gitmesi dahi AKP’ye puan kazandırıyor.

Üstünlük takva iledir

Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal, 23 Ocak tarihli

yazısına şöyle bir girişle başlamış:

“İlhan Selçuk hayatı boyunca annesinin Ermeni olduğunu

saklamış. Mehmet Ali Birand’ın anne tarafının Kürt olduğunu da, ancak geçen yıl

yaşam öyküsünü anlatan kitap çıkınca öğrendik. Onları, annelerinin gerçek

kimliklerini onca yıl gizlemeye mecbur eden neydi ”

Hasan Cemal’in ünlü üç sorusundan biriymiş bu satırlar.

Yazdığı kitaplarda varmış. Ayrıca izin aldığını da vurguluyor, birkaç gün önce

vefat eden M. Ali Birand’tan.

Tank sesiyle uyanan ve yaşadığı günlerde siyaset hayatımızın

tanığı olan bir yazarın, hafızasında tuttuklarını okuyucusu ile paylaşmasının

iyi, güzel ve aydınlatıcı olmadığını kim iddia edebilir.

Sabah’tan Hıncal Uluç Bey.

“Kaçıncı defa olduğunu unuttum.” Diye başlamış, Hasan

Cemal’e kızdığını belli eden yazısına. (Sabah Gazetesi, 25 Ocak 2013)

Eğer burada, bak Hasan Cemal, ben seni sürekli takip eden

bir okuyucunum; sevildiğinin kıymetini bil; benim de kıymetimi bil,

mesajı/iletisi/göndermesi olmadığını farz edersek, şu soru sorulabilir: Bu

ülkenin gazete okuyucuları sizin kadar takipçi olabilirler mi

“Hasan Cemal bir punduna getirmiş gene yazmış” diyor Hıncal

Uluç Bey. Yazılanlar malum: İlhan Selçuk’un annesinin Ermeni olması, Birand’ın

annesinin de Kürtlüğü...

Bir yazar, hele Hasan Cemal gibi kapalı kapıların arkasına

tanık olmuş bir yazar, ilk solculuk yıllarında edindiği okuyucu sayısı ile

yetinebilir mi Yazdığı kitapların da satılması gerek...

Bir punduna getirilip tekrar yazmalar, yeni katılan

okuyuculara bir hediye, bir armağan sayılmaz mı Yeni geldin ama, eski

bildiklerimize de ortak ettiğimizi anladın değil mi Hasan Cemal bilmez mi bu

hesapları ..

Hıncal Uluç Bey de bilir. Lâkin yine de sıkıştırır siyasal

bilgiler okumuş birisin, iltifatıyla Hasan Cemal’i.

“...O zaman, o zamandı...”

“...Her eylemi ve söylemi kendi zamanının koşulları içinde

değerlendirmek gerektiğini...”

Sanki bu ülkenin gazete okuyucularında geçmiş zaman

bilgilerini, geçmiş zamanların şartlarında değerlendirme kabiliyetleri hiç yok.

Sanki bu ülkenin gazete okuyucularının hepsi, Kanuni’yi canlı görmek için dizi

setlerinde sabahlıyorlar.

Hasan Cemal’in okuyucuları ile kendi okuyucularını

karıştırıyor olmasın Hıncal Uluç Bey Ya da esas söylenmek, esas vurgulanmak

istenen bir övünç noktası mı var “Etnik ayrımcılığın daniskası tam da bu değil

mi aslında Hasan...”

Hıncal Uluç Bey’in imrenilen samimiyet gösterisi, telefon

denilen bir aletin varlığı söylenerek sabote edilemez. Çünkü yazı ile dolması

gereken bir alan var gazetede. Ayrıca bu ülkede bir taşına çok kuş isabet eden

yazar, büyük yazar sayılır.

Kuşları saymadan önce okuyun Hıncal Uluç Bey’in yazısının

son satırını.

“Hadi bunu da yaz... Babası Çerkez Hıncal dedi ki...”

Yazılmamış mı idi Kimse bilmiyor mu idi (Bizi çocukken,

mahallemizin Çerkez çocuklarına, Albay’ın Başyardımcısı (Fuat Uluç) bir

Çerkez’dir diyerek, Bozkurt ocaklarını gösterenler kimdi )

Elbette şunu iddia edemez hiç kimse: Hıncal Uluç Bey, bir

Çerkez çocuğu olduğunu açıklamak, ilan etmek zorundalığını böyle bir yazı ile

gidermek durumunda kaldı.

Hayır, olamaz!

Hasan dediği arkadaşının yazısını malzeme yapmayacağı bir

yana, onun esas derdinin adı geçen merhum yazarları savunmak olduğunu herkes

bilir. Biz dahi biliriz! Hatta Hasan Cemal’in en iyi şecere yazarı olduğunun

reklamı böyle yapılabilirdi ancak, iddiasına da katılmayız.

Bak dedim, elinden gazeteyi alıp Hıncal Uluç Bey’in yazısını

okuduğum arkadaşıma... İnsanın kendini anlatması, kendine tarih sayfalarında

yer bulması işte böyle olur. Bak, bir daha bak. Sen de örnek al! Arkadaşım

baktı, baktı dedi ki:

– Ben sadece Türküm. Ne diyeyim de yazayım kendimi

NOT: Bu yazı, Efendimiz (S.A.V.)’in, herkesin bildiği o

hadisini bir daha hatırlatmak için yazılmıştır. Son günlerin tartışmalarına

çeşni olsun, diye değil. Gerçi hep arkasında olduk rahmetli Erbakan Hoca’mızın

ufuklar açan ve fakat yargılanmasına da sebep olan Bingöl konuşmasının.

Bilinsin isteriz!

Yazımızda adlarının geçmesi ise ünlü yazarların, ünlü yazar

olmaları dolayısı iledir.

Son cümlemize takılacaklara, öpüp kokladığı iki Kürt torunu

olan bir Türk, dememize, bilmem gerek var mı idi

Tarihte Mizah

Çözüm yolu

Tanzimat sonrası devlet adamlarından Kâni Paşa ile yine o

çağın tanınmış şairlerinden Reşat Efendi’nin araları açıktı.

Reşat Efendi, bir vakitler, Kani Paşa’ya ağırca bir hicviye

yazmış, paşa da bunu bir türlü unutamamıştı.

Reşat Efendi, uzun süre Anadolu’da memurluklarda bulunduktan

sonra, bir gün kapağı İstanbul’a atabilmiş, (Rüsumat) dairesine muavin olmuştu.

Ama daha yerini bile ısıtamamıştı ki, Kani Paşa bu dairenin başına geçmiş; ilk

işi zavallı şairi görevinden uzaklaştırmak olmuştu.

Reşat Efendi, uzunca zaman açıkta kaldıktan sonra, Maliye

Nezareti Muhasebeciliğine tayin edildi. Lakin talihe bakınız ki, iki ay

geçmeden, Kani Paşa Maliye Nazırı oldu, tabii Reşat efendi yine açığa

çıkarıldı.

Şair, beş on gün düşündü, taşındı. Öbürü daima amir, kendisi

daima memur kaldığına göre, en iyisi, işi alttan almak; adama sığınmak, ondan

insaf ve merhamet dilemekti. Bu maksatla Kani Paşa’ya:

“Efendim; başka bir dairede yeni bir görev bulmak mümkün ama

, bende bu talih varken, nasıl olsa göreve başladığımın ertesinde, oranın

başına da siz geçeceksiniz ve ben yine açıkta kalacağım. Onun için yeni bir

görev aramağa cesaretim yok. İyisi mi, ben bu düşmanlıktan vazgeçtim.

Çünkü, haydi ben şahsen sizin hışımınızı çekiyorum, bunda

çoluk çocuğumun ne suçu var Benim açıkta kalmamla onlar da aç kalıyorlar.

Sizden istirham ediyorum, benim cezamı çoluk çocuğumun

çekmemesi için, artık düşmanlığınıza uğramıyacağım bir göreve tayinime müsaade

ediniz.”

Yollu, yarı şaka yarı ciddi, bir mektup gönderdi.

Bunun üzerine Kani Paşa, Reşat Efendi’yi çağırdı; aralarında

şöyle bir konuşma geçti:

-Reşat Efendi: mektubunuzu okudum. Yazdıklarınıza hak ta

verdi. Sizi altıbin kuruş gibi yüksek bir maaşla, fakat Yemen gibi uzak bir

yere tayin ettim. Sebebini de anlamak ister misiniz

-Evet efendim; lütfen söyleyiniz!

- Haa!.. Bakınız sebebini de açıklayayım. Madem ki sizinle

bir türlü sevişemiyoruz; ama bunda, gerçekten, çoluk çocuğunuzun suçu da yok .

Şimdi siz kalkar, Yemen’e gider, orada ayda en fazla bin

kuruş harcayarak yer içer , barınır; fakat oranın da kahrının çekersiniz.

Göndereceğiniz beşbin kuruşla da çoluk çocuğunuz burada varlık ve mutluluk

içinde yaşarlar.

Böylece hem ben, hem siz, hem de çoluk çocuğunuz dertten

kurtulmuş oluruz; nasıl, buluşum güzel değil mi Reşat Efendi

Yandaş basın kulaklara pamuk

Basın yandaşlaştıkça rahatlıyor AKP’liler. Yandaşlaştırmanın

karşılığını pek pahalı bulmamış olacaklarki, şaşırıyorlar da.. Bu iş bu kadar

kolay mı idi Bir kaç uçak yolculuğu, bir kaç emriniz var mı telefonu filan..

Basın yandaşlaştıkca duymaz, görmez, bilmez olduklarını

anlayamıyorlar. Sessizliği hayra yoruyorlar.

Necip Fazıl, Büyük Doğu’sunun kapağına bir kulak resmi çizer

ve altına yazar:

“Başımızda kulak istiyoruz!”

Devir Milli şef devridir.

Milli Şef’in duymazlığını öne çıkarırken Necip Fazıl, esasta

neyi istemektedir

Milli Şef’in duymasını.

Şimdi usta “şef”lerin duymasının istenmediği günlere erdik.

Katledilen kadınların emzikli bebeklerinin ağlayarak

ölmesini ne komşuları duyuyor, ne parti örgütleri duyuyor, ne

görevlendirilenler duyuyor, ne icraatların içinde yaşayanlar duyuyor.

Okuldan kaçan ve hocalarını duymayan çocukları hiç

büyütmeyecek bu yandaş basın.

Bizi böyle çiziyorlardı - 30

İlk ihtilali yaptıkları yıllarda çizmişlerdi, bir

dergilerine de kapak yaptıkarı bu resmi.

Suçlama çok: Bayram takının altından sizler niçin geçiyor

sunuz’dan tutun, bakın yine ağlattınız resmini, iddiasına kadar. (Ağlayan çocuk

tabloları çok sonraları asıldı otobüs arkalarına, oturma odalarına bu ülkede.)

Onlar neredeler mi

Bayramlar, bayram takının altından geçilerek mi kutlanır

sadece Kutlama kokteyllerinde kim içecek, onlar olmazsa. Hem sonra ihtilal

yaparak, resimleri güldürmek de onların işi.

28 Şubat günlerini hatırlayın.

Bir kamyon kasasına konmuş bir heykel dolaştırılıyordu

İstanbul caddelerinde.

Kamyonun şoför mahalline oturtulan heykeltraşa soruyordu,

her köşeden karşısında çıkma görevi verilen TV muhabirleri.

– Niçin dolaştırıyorsunuz bu heykeli

– Çok üzgün olduğunu göstermek için...

İşte o 28 Şubat günleri böyle basit, sığ, zekadan mahrum

esprilerin kartel TV’lerinde cirit attığı günlerdi.

İlhamlarının her ihtilal yıllarında tekrar olduğunu görün,

bilin.

ÇİLİNGİR

Kapıları aletlerle açar amma,

Sermayesi bilgidir her çilingirin

Siz gönüllere girmek mi istersiniz

Elbet bunun da ilmi var, bilin girin!..

BÖYLE BİR İKTİSAT

Olur şey değil, bu nasıl bir iktisat

IMF emretti sat, borç birikti sat...

Ekrem Şama