Filistin Batılıların Sömürgesidir

Abone Ol

Harry S. Truman’ın 1948’de İsrail devletini tanıma kararı, Batı literatüründe hâlâ II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası düzenin doğal bir sonucu gibi sunulmaktadır. Oysa bu karar, Filistin halkının bilinçli ve kasıtlı biçimde siyasal özne olmaktan çıkarıldığı, kendi kaderini tayin hakkının askıya alındığı ve uluslararası hukukun büyük güç çıkarlarına feda edildiği açık bir sömürgeci tasarruftur. İsrail’in kuruluşu yerli bir halkın topraklarından sürülmesinin, iradesinin bastırılmasının ve Batı’nın tarihsel sömürgeci mirasının modern biçimler altında yeniden tesis edilmesidir. Bu nedenle Filistin meselesi bir “çatışma” değil, Batı sömürgeciliğinin hâlen sürdüğü canlı ve kanlı bir işgal rejimidir. Truman’ın imzası ise bu rejimin uluslararası düzeyde meşrulaştırılmasının başlangıç noktasıdır. İsrail’in kuruluşu, Filistin açısından bir devletin ortaya çıkışı değil sömürgeci mirasın yeni biçimler altında devam ettirilmesidir. Açıktır ki Batı sömürgeciliği bugün Filistin’de devam etmektedir.

Truman başkanlığa geldiğinde Filistin ne hukuken sahipsiz ne de sosyolojik olarak boş bir coğrafyaydı. Yerleşik bir halk, köklü toplumsal yapılar ve tarihsel süreklilik mevcuttu. Buna rağmen Amerikan siyasal karar alma mekanizmalarında Filistinliler neredeyse tamamen görünmezdi. Tartışmalar Filistin’in geleceği üzerine yürütülüyor ancak Filistin halkı bu geleceğin meşru tarafı olarak kabul edilmiyordu. Bu yaklaşım, modern emperyal siyasetin karakteristik bir özelliğidir. Sorunu yaşayan halk değil, sorunu yöneten güçler konuşur. Bunun en bilinen adı sömürgedir.

Truman’ın İncil temelli dünya algısı ve Hristiyan-Siyonist çevrelerle kurduğu ilişkiler, Filistin’i yaşayan bir toplumdan ziyade tarihsel-dinsel bir sembole indirgedi. Bu indirgeme, Filistinlilerin siyasal taleplerini meşruiyetsizleştirdiği gibi, onları tartışmanın da dışına itti. Filistinli, artık hak sahibi bir özne değil, “çözülmesi gereken bir sorun” hâline geldi. Tıpkı Afrika’da ellerindeki cetvellerle yaptıkları gibi.

1947 Birleşmiş Milletler Taksim Kararı, sıklıkla uluslararası hukukun bir başarısı olarak sunulsa da gerçekte hukukun siyasal güç tarafından araçsallaştırılmasının tipik bir örneğidir. Filistin halkının rızası alınmamış, temsil edilmediği bir süreçte topraklarının büyük bölümü başka bir topluluğa tahsis edilmiştir. Nüfus çoğunluğu, mülkiyet yapısı ve yerleşim gerçekliği dikkate alınmadan alınan bu karar hukuki olmaktan çok jeopolitik bir tasarruftur. Bunun da daha bilinen adı işgaldir.

Truman yönetimi, bu kararın kabul edilmesi için yoğun diplomatik baskı uygulamış, bazı durumlarda açık tehdit ve siyasi şantaj yöntemlerine başvurmuştur. Böylece Birleşmiş Milletler halkların kendi kaderini tayin ettiği bir platform olmaktan çıkarılıp büyük güçlerin iradesini meşrulaştıran bir araca dönüştürülmüştür. Filistin bu süreçte yalnızca bir dosya, bir pazarlık konusu olarak ele alınmıştır. Burada belirleyici olan faktör hukuk değil Ortadoğu’da Batı çıkarlarını koruyacak yeni bir stratejik aktör inşa etme arzusudur.

14 Mayıs 1948’de İsrail’in ilan edilmesinden dakikalar sonra gelen Amerikan tanıması uluslararası ilişkiler tarihinde nadir görülen bir aceleciliği ve siyasal kararlılığı yansıtır. Bu tanıma, yalnızca yeni bir devletin kabulü değil aynı zamanda yüz binlerce Filistinlinin zorla yerinden edilmesinin, köylerin yok edilmesinin ve Nakba’nın kalıcı bir tarihsel gerçeklik hâline gelmesinin diplomatik olarak onaylanmasıdır.

Truman dönemi tartışmaları, ABD–İsrail ilişkilerinin hangi temeller üzerine kurulduğunu açık biçimde göstermektedir. Filistinlilerin hakları bu ilişkilerin merkezinde hiçbir zaman yer almamıştır. Aksine petrol güvenliği, askerî üsler, Sovyetler Birliği’ne karşı çevreleme stratejisi ve bölgesel nüfuz hesapları belirleyici olmuştur. Filistin halkı bu denklemde sürekli olarak tali, hatta feda edilebilir bir unsur olarak görülmüştür.

Bugün Gazze’de yaşananlar, bu tarihsel sürecin bir sapması değil, mantıksal devamıdır. Sürekli işgal, apartheid rejimi, kuşatma ve orantısız şiddet; 1948’de kurulan siyasal mimarinin doğal sonuçlarıdır. Sömürgecilik sona ermiş bir tarihsel dönem değil, yalnızca biçim değiştirmiştir. Bugün Filistin’de yaşananlar bir “çatışma” ya da “güvenlik sorunu” değil, Batı merkezli sömürgeci düzenin modern araçlarla sürdürülmesidir. Afrika’da cetvellerle çizilen yapay sınırlar neyse Filistin’de uluslararası kararlar, askeri güç ve diplomatik koruma yoluyla kurulan düzen de odur. Toprağın parçalanması, nüfusun yerinden edilmesi, yerli halkın siyasal iradesinin bastırılması ve hukukun seçici biçimde uygulanması, hepsi ama hepsi klasik sömürge pratiğinin güncellenmiş hâlleridir. İşgal gerçeği kabul edilmeden ve sömürgeci mantık teşhis edilmeden ne barış mümkündür ne de adalet.