Gündem

Fatih ve Feth-i Mübin

Fatih ve Feth-i Mübin

Abone Ol

Bir gün Fatih dirilecektir! Dirilecektir, dirilmesi gerekmektedir. Tıpkı Endülüs‘te Kudüs‘te, İstanbul‘da olduğu gibi dirilecektir. Dirilecektir, çünkü hakkı batıldan ayıracak; zalimin zulmünü durduracak, kalpleri açan biri gerekmektedir dünyaya. Son "Fatih" aramızdan ayrılalı yüzyıllar olmuştur. İnsanlık bir "Fatih"e açtır. Kimdir Fatih? Bu kadar yıldır bir daha neden gelmemiştir?     Fatih sözcüğünün anlamı "açan" demektir, Fethi gerçekleştiren. Kur‘an-ı Kerim "aç"ıldığında ilk süre de "fatiha" değil mi zaten.

Ne yazık ki şairin  "Fatih‘in İstanbul‘u fethettiği yaştasın" demesine rağmen çağımızda "Batı"nın kendisine ait sanal ya da gerçek kişilikleri bize filmlerle magazin programları ve müzik albümleri ile dayattığını biliyoruz. İnsana bile benzemeyen suratlarla bizim gencimizin ve çocuğumuzun örnek aldığı kahramanlar oluveriyorlar. Spiderman, Süpermen, Pokemon v.s. Ne yazık ki bir milletin çocukları kendilerine başka medeniyetlerin kahramanlarını örnek alıyorsa onların yönlendirmelerine bağlı olarak yaşar. Artık dünyada sömürgecilik şekil değiştirmiştir. Batılı güçler (Küresel Güçler) yüzyıllardır sömürdükleri coğrafyalardan onlara özgürlük veriyoruz diyerek çıkmışlar. Bu devletlerin artık bayrağı hükümeti, parası vardır. Ama hala sömürgedir. Bunu çok ince ve kurnazca yapmaktadırlar. Küresel güçler o ülkelerin insanında filmler ve müzikler ile kendileri gibi düşünen ve kendilerine öykünen bir psikoloji oluşturmaktadır. Bu durum sömürgecilik faaliyetlerinin hiçbir tepkiye sebep olmaksızın devam etmesini sağlamaktadır. Artık kimse biz farklıyız diyememekte ve bir kurtuluş mücadelesi verememektedir. Böyle diyenlere cevap hazırdır. "Sen özgür bir ülkede yaşamıyor musun? İster alırsın ister almaz. İster seyredersin ister seyretmez. Mesele bu kadar basit" Ancak gözden kaçırılan bir nokta vardır. Beşikteki örtüsü Spidermen olan, yediği yiyecekten "Ninja Turtles" çıkan bir çocuk onların isteklerinden nasıl dışarı çıkabilir. Bilinmesi gereken nokta budur. Bizim çocuklarımızın hayatlarını okuyacakları, örnek alacakları, benzemek isteyecekleri, öykünecekleri kahramanlar Kutup yıldızları  , Fatihler, Yavuzlar, Hazerfenler, Sinanlar, Farabiler, İbn-i Sinalar olmalıdır. Biz öyle bir medeniyetin mirasçılarıyız ki Avrupalılar akıl hastalarını içine şeytan girmiş diyerek bir kazığa bağlayıp diri diri yakarken hekimlerimiz darüşşifalarda (hastane) su sesi ve müzikle tedavi ederlerdi. Onlar"insan hakları" kavramını, Dünya Savaşlarında  ve sömürgelerinde ( Çin‘den, Avustralya‘ya; Irak‘tan Amerika kıtasına) on milyonlarca insanın, kanına girdikten sonra ancak 20.yy.da anlayabilmişlerken; biz dağdaki insanına kadar "kul hakkı"nı bilen bir medeniyetin mirasçılarıyız. O zaman delikanlılarımız örümcek adama doğru "evrimleşmeden" ?! ;Kızlarımız, "Barbi"leşmeden bir diriliş lazım. Artık Furkanlar Fatihlere,  Zeynepler ise Âlime Hatunlara heveslenmelidir.

30 Mart 1432 tarihinde Edirne ‘de II. Murad‘ın murâdı (dileği) olarak bir şehzade dünyaya gelir. Tacü‘t-tevarih‘te Annesinin Kastamonu‘lu İsfendiyaroğuları‘nın kızı Hadice Âlime hatun olduğu yazılıdır O günlerde tüm peygamberimizin müjdesine nail olmak isteyen Müslüman hükümdarlar gibi İstanbul‘un Fethini hayal eden babası II. Murad Edirne‘deki sarayında bir beşiğin başında dua eden evliyaya fethin kendisine nasip olup olmayacağını sormuş. O da şöyle konuşmuştu: "İstanbul‘un alınışını sen göremeyeceksin Sultanım. Ben de göremeyeceğim ama bu beşikteki şehzade görecek... Bir de bizim bu Köse görecek..." Konuşan Hacı Bayram-ı Veli hazretleriydi. "Bizim Köse" dediği ise ilerideki yılların en önemli âlimlerinden biri olacak Akşemseddin idi. Beşikteki minik şehzadeyi ise söylemeye herhalde gerek yok. İnatçı, bildiğinden şaşmayan, deha derecesinde zekaya sahip bir çocuk olduğu bilinen Şehzade Mehmet‘in eğitimi ile dönemin en ünlü âlimleri özellikle Molla Gürani Hazretleri ilgilenmiştir. Sultan İkinci Murad‘ın eğitim konusundaki titizliği ve Molla Gürani‘ye gösterdiği büyük hürmetin neticesi olarak 11 yaşında bu kıymetli âlimin eline verilmesi, elmas fıtratlı minik Mehmed‘in kısa sürede "Fatih" olmasına vesile olmuştur. Ve burada "ciddiyet" en önemli faktördür. Molla Gürani‘nin haşarı bir çocuk olan şehzadeyi disipline sokmak için bir keresinde falakaya bile yatırdığı, hadiseyi duyan İkinci Murat‘ın da hiçbir müdahalede bulunmadığı bilinmektedir. II. Mehmed, gençlik yıllarında daha çok silahşör¬lük hevesindeydi; ata biniyor; ok, yay ve kılıçla uğ¬raşıyordu. Babası ise bunların ilimle yan yana git¬mesini söylüyor; oğlunun ilimden, irfandan nasibini almasını istiyordu. İşte bu sıralarda devrin ileri ge¬len âlimlerinden Molla Yegân, Hac‘dan gelirken Mısır‘a uğrar ve yanında Molla Gürani‘yi de getirir. Fıkıh‘da, Usul, Tefsir ve Hadis‘te ihtisasıyla tanınan Molla Gürani II. Murad tarafından da takdir edilmiş ve bütün yetkilerle donatıl¬mış olarak şehzade Mehmed‘e hoca tayin olun¬muştu. II. Mehmed o sırada Manisa‘da idi. Molla Gürâni, Sancak-ı Hümayun‘a gidip Kapı Ağası‘na durumu anlattı. Kapı Ağası içeri girerek şehzadeye

-"Molla Gürâni gelmiştir, ne dersiniz?" deyince Şehzade II. Mehmed tebessüm edip,

-"Gelsin, ne söy¬lüyor görelim!" dedi. Molla, gayet vakur selâm ve¬rip içeri girdi. Şehzadeye babasının emrini tebliğ et¬ti ve

-  "Ey Şehzadem! Saygıdeğer babanızın emrine boyun eğerek önümde diz çöker, okur musunuz?

-  Şayet okumaya yönelir, itaat gösterirseniz ne mutlu size! Yok, şayet babanızın emr-i şerifine itaat et¬mezseniz sizi bununla yola getiririm" diyerek yeni¬nin altındaki değneği göstermişti. Bu hadise şeh¬zadenin ruhunda öyle derin bir iz bıraktı ki "Bis¬millah" diyerek diz çöküp okumaya başladı.

Hocası Molla Gürâni Fâtih‘e hayatı boyunca nasihat ederdi. Bu nasihatler bazen sert de olabilir¬di. Molla Gürâni‘nin bu yoldaki tenbih ve uyarıları Şehzade Mehmed padişah olduktan sonra da de¬vam etmiştir. Kaynakların verdiği bilgiye göre Molla Gürâni "hayatı boyunca Sultan Fâtih‘i yiyecek ve giyeceğin haram olanından sakındırır, onu he¬lâl dairesinde yaşatmaya özen gösterirdi.

Fâtih, şehzadelik devresinde akademik bir çevrede yetişmiş, değerli âlimlerden dinî ilimler dışında felsefe ve matematik okumuş, Farsça ve Arapçayı ana dili gibi; Latince, Yunanca ve Sırpçayı da yeteri kadar öğrenmiş; tarih ve coğrafya bilgisiyle desteklenen mükemmel bir askerlik bilgi¬si edinmişti. Fâtih‘in geleceğe hazırlanmasında Molla Gürâni‘ den başka Molla Hüsrev, Hocazâde, Hızır Bey Çelebi, Ali Tûsi, Molla Zeyrek, Sinan Paşa, Molla Lütfi, Fahreddin-i Acemî ve Hoca Hayreddin gibi kişiler görevlendirilmiş, Fâtih bu bilginlerin ilim ocağında ve sohbet meclisinde ilim, hik¬met ve irfan pınarından kana kana içmişti.

Öte yandan bütün bu Hoca Efendi‘lerin yanın¬da Fâtih‘ e göre hepsinden farklı bir zat daha var¬dı. Akşemseddin denilen bu zât, onun  için, sadece bir Hoca olmaktan öte bir semboldü. İkinci Mehmed‘ deki cevheri keşfeden Akşemseddin (k.s) bü¬tün himmetiyle onu geleceğin "FATİH" i olmaya yöneltmişti. Bunun için onun yanındaydı, yanı başında ve çok yakınındaydı. Din ve dünya ilimle¬rini hakkıyla tahsil etmiş olan şehzadedeki cevhe¬rin hikmet ve maneviyat kıvılcımı ile tutuşturulması ve büyük zaferlere teşebbüse yöneltilmesi, bü¬yük kararların verilmesine azmettirilmesi gerek¬mekteydi. Hatta bununla yetinilmeyip fetih yolun¬da cesaretle ilerlediği ve zaferler kazandığı zaman¬larda da halka karşı vazifelerini ihmal etmeyecek, milletine karşı görevlerinde zafer sarhoşluğuna düşmeyecek sorumluluk anlayışının da kazandırılması gerekiyordu. Çok sonra II. Mehmed Fatih olup hocası Akşemseddin‘ in yanına gittiğinde ayağa kalkmadığını görüp içerlemişti. Dışarı çıkıp ta yanındaki vezirine bu durumu anlattığında şöyle cevap alacaktır.

- "Sultanım fetih nedeni ile sizde bir kibir oluşmasın diye öyle davranmıştır."

İşte böyle bir padişah-hoca ilişkisi.

Çok iyi eğitim aldığını söylemiştik. Ancak onun hayatında öyle ıstıraplar vardı ki pişmesini sağlayacak. Devlette Türk beyleri ile devşirme kökenli devlet adamları arasında bir siyasi çekişme vardı. Babası II. Murad hem bu çekişmeden hem de Avrupa‘da yıllardır devam eden başarısız savaşlardan bıkmış. Avrupalılar‘ la yaptığı Edirne-Segedin Antlaşması ile sağlanan 10 yıllık bir barış ortamının da etkisi ile Osmanlı tarihinde başka örneği olmayan bir şekilde tahttan feragat ederek yerine 12 yaşındaki oğlunu geçirmişti. Tam anlamı ile kurtlar arasında çocuk. Elbette babası ona güvenmese padişah yapacak değildir. Onun özel biri olduğunu bilmektedir. Ama bunu ne devlet adamları ne de Avrupalılar bilmektedir. Zaten Papa durumu haber alır almaz hemen etrafa haberler yollamış başında bir çocuğun bulunduğu Osmanlı‘ya ders vermenin zamanının geldiğini bildirmişti. Tabiîdir ki 10 yıl sürecek antlaşma imzalanırken Macar kralının Segedin‘de İncil‘e el basarak yemin etmesinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü onlara göre "dinsizler"e! verilen söz söz değildir. Burada İslam‘ın kim olursa olsun sözünüze sadık kalınız emrini hatırlamak gerekiyor.

Haçlılar saldırıya geçince başta sadrazam Çandarlı Halil paşa olmak üzere devlet adamları bir çocukla böyle bir tehlike atlatılamaz diye düşünmektedirler. Bu sırada Manisa‘da hayatını huzur ve sükun içinde ibadetle geçiren II. Murad kendisine el altından haber gönderenlere ısrarla oğluna güvendiği için hayır cevabı yollamaktadır.  Sonuçta çocuk padişah ne kadar kendisine güvense de ordunun ve yöneticilerin güveninin olmadığı bir ortamda zaferin mümkün olmadığını görür. Babasına "padişah bensem emrediyorum gel ve ordunun başına geç. Yok, sensen gel devletin başına geç."  Bu mektup o kadar kolay yazılmamıştır ebette. Kaç uykusuz gecenin ürünüdür acaba. Tahtı terk eden, beceremediği düşünüldüğü için terk eden bir padişah olmak. Sultan, tekrar veliaht şehzade olarak sancakbeyliğine geri döner. Eğitimine kaldığı yerden devam etmek üzere.

O tekrar gittiği Manisa günlerini büyük bir hazırlık içinde geçirir. Öğreneceği çok şey vardır. Bunu çok iyi bilmektedir. Ancak kimsenin bilmediği bir şey vardır. Bu hazırlık sadece padişah olmak için yapılan bir hazırlık değildir. Bu şehzade Sultanü‘l- Berreyn vel Bahreyn (İki Karanın ve iki denizin sultanı) olmak arzusundadır. Bunun için yapılan hazırlık Sultanü‘l- Berreyn vel Bahreyn‘e yakışır niteliktedir. Arapçasından Farsçasına; İbranicesine, Latincesine, Sırpçasına kadar bilen padişah olarak çıkacaktır tahta. Doğuyu bilen Batıya vakıf bir sultan. Aynı zamanda devrinin ve öncesinin bütün felsefi tartışmalarından haberdar bir kafa. Çok iyi bir mühendis. Askerliği bütün inceliklerine kadar bilen ve uygulayan, bir komutan. Sadece âlimin önünde kalkacak ve onlara huzurunda oturma izni verecek kadar ilim aşığı yürek. İnanması güç ama bütün bu özellikler ona ait. Çünkü o "Ufukların Sultanı" .

03 Şubat 1451 tarihinde Edirne‘de sadece bilmesi gerekenler Sultan II. Muradın kuşluk vaktinde inme indiğini veya dimağ felcinden vefat ettiğini haber alırlar. Çandarlı hemen Manisa sancakbeyi Şehzade Mehmed‘e bir ulak vasıtası ile mektup yollar. Doludizgin Edirne‘ye gelmiş ve iki defa indiği o tahta artık hesaplaşmak için çıkacaktır. Babasının tahtı bırakmak zorunda kaldığı sebepler onu da beklemektedir. Devlette etkin olmak için hayırda yarışan iki güç. Birisi veya ötekisi. Daha temkinli büyümek gerektiğini düşünen Anadolu kökenli Türkmen Beyler ve diğeri daha fazla fetih daha fazla akın diyen Rumeli kökenli devşirme devlet adamları. Bir tarafta Çandarlı Halil Paşa diğer tarafta Zağanos Paşa. Padişah Hangi tarafı tutacaktır. Bu soruların ve sorunların cevabı ve çözümü 19 yaşındaki "delikanlının"  kafasında var mıdır? Bu noktada bu iki gücün birinden kurtulmaya çalışmak gibi bir çözüm görünse de o ufukların sultanıydı. O iki karanın ve iki denizin sultanıydı. Birinin veya ötekinin değil. Kendinden beklenileceği gibi yaptı. Çünkü çok iyi biliyordu ki saltanat bu iki gücün ince ayar dengesinde yatıyordu. Gelecek Bu iki gücü birleştirecek ve barıştıracak aynı zamanda yarıştıracak büyük bir iktidar gücünde yatıyordu. İstanbul kuşatması sırasında sıkıntılı bir anda söylemiş "Ya İstanbul beni alacak ya ben İstanbul‘u"  sözünün anlamı bu ortamda daha iyi anlaşılır. O zaman öyle bir başarı lazımdı ki sultanlığın önünü açsın ve iktidarı tek elde toplasın. İşte o sihirli anahtar Konstantiniyye‘nin anahtarıydı.

Zaten hazırlıklarını o çoktan yapmıştı. Edirne‘de tahta oturan Sultan Mehmed‘in o kafasının içinde kimsenin bilmediği ne planlar vardı. Kimse bilemezdi ki çünkü adını peygamberinden aldığı Sultan Mehmed sırrını kimseye açmadığı için ketumluluğu ile biliniyordu. Öyle bir terbiye ile büyümüştü ki Hz. Ali‘nin  "açıklayana kadar sırrının hâkimi; açıkladıktan sonra esirisin" dediği şekilde hareket ederdi. Yıllar sonra bir gün sefere hazırlık emrini verdiğinde "sefer nereyedir sultanım" diyen kazaskere insanın kanını donduran bir cevap verir. "eğer bunu sakalımdan bir tel bile bilseydi, onu koparır ve yakardım" Bugün bile, biz o büyük sultanın bütün hazırlıkları bitip Anadolu‘ya da geçildiği halde hakka yürüdüğü için (Vefat 3 Mayıs 1481) yarım kalan seferin nereye olduğunu bilememekteyiz.

Çok iyi bir asker olduğunu anlatmak için başlı başına İstanbul‘un fethi sırasında 70 parça gemiyi karadan Haliç‘e indirmesi bile yeter. Ancak ne yazık ki bu gün onun torunlarına örnek olmasını istemeyenler her fırsatta gemiler karadan indirilmedi diyebilmektedir. Bu hakaretler daha da ileri gider ve Ulubatlı yoktu demeye kadar vardırır. Hatta utanma duygusundan sıyrılmışlar onun içki içtiğini bile söyleyebilmektedir. Şunu çok iyi bilmektedirler ki fetih şuuru ile yetişmiş nesillerin "Fatih" olma arzusu duyacaklarını ve dünyada onların çevirdikleri zulüm tekerine çomak sokacaklarını. Çünkü "Türk evladı atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapma gücünü kendisinde bulacaktır."

Bunlara biz değil Bizanslı tarihçi İstanbul‘un fethini görmüş Dukas cevap versin:"Böyle bir harikayı kim gördü ve kim duydu? Keyahsar [Keyhüsrev] denizde köprü inşa ederek, karada yürür gi¬bi, bu köprü üstünden karşıya asker geçirdi. Bu yeni Ma¬kedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük pa¬dişahı olan II. Mehmed, karayı denize tahvil etti ve gemi¬leri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Binaena¬leyh bu adam, Keyahsar‘ı da geçti. Zira Keyahsar, Çanak¬kale Boğazı‘nı geçti ve Atinalılar‘a mağlub olarak muhak¬kar [hakarete uğramış] bir halde geri döndü. Mehmed ise, karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizanslıları mahvetti ve hakiki altın gibi parlayan İstanbul‘u, yani dünyayı tez¬yin eden şehirlerin kraliçesini fetheyledi.

Gemileri karadan yürütülmesi olayının görgü şahit¬lerinden bir diğeri, tarihçi Tursun Bey‘dir. Tursun Bey, Fatih‘in kadırgalar ve yüksek kayıkları karadan çektirip Haliç‘e salmayı tasarladığını, bunun için de sanatında usta mühendisleri ve denizcileri toplayıp planlama yaptırdığını, çekilmeden önce gemilerin rengarenk bayraklarla süslendiğini yelkenlerini tıpkı denizdeymiş gibi açtıklarını Galata üzerinden denize indirdiklerini bize yüzyıllar öncesinden haykırmaktadır anlayana.

Gözü kara insan olan Fatih, Boğdan Seferi sırasında zor hedef ve kaledeki topların karşısında yeniçeriler yerlere yatarak korku ve kararsızlık geçirdikleri sırada öfkelenip atını mahmuzlar ve yalnız başına düşman kuvvetleri üzerine atılır. Onun bu cesareti ve kahramanlığı karşısında asker coşkun bir sel olur, akar. Aynı hiddeti İstanbul kuşatması sırasında atını denize sürmesi sırasında da görürüz.

Komutanlık konusunda devrinde onunla yarışacak kimse yoktu. Çok iyi teşkilatlanmış ordusunu savaşlarda en mükemmel şekilde kullanmasını bilirdi. Savaşa girmeden planlarını hazırlar, bunun üzerinde düşünür, akla gelebilecek bütün ihtimalleri gözden geçirirdi. Bütün önlemleri alırdı. İstanbul kuşatmasından önce bizzat surları birkaç defa dolaşmış. Zayıf noktalarını belirlemişti. Hatta savaşta hangi birliğin nereye yerleştirileceği çok önceden kafasında belliydi. Bu yüzdendir ki Edirne‘den gelen ordu ve toplar hiçbir karmaşaya meydan vermeksizin düzenli bir şekilde lazım gelen ve önceden belirlenmiş olan yerlerine yerleştirildi.

Birkaç düşmanla aynı anda savaşmak zorunda kaldığı zamanlar da oldu. Bu durumun bir devlet için ne demek olduğunu durup düşünmek gerekir. Hangi tarafa gitmek lazım. Yoksa orduyu bölme iki tarafta da yenilgiyi beraberinde getirir mi. Böyle durumlarda ikilem içinde kalmadan ivedilikle emirlerini verir. Gerekeni yapardı. Bunlardan hangisinin daha tehlikeli ve zararlı olabileceğini iyi hesaplar, vezirleri ile münakaşa eder ve ona göre tedbir alırdı. Macarlar, Arnavutlar ve Venedikliler birleşerek harekete geçtikleri zaman Mora‘ya (Yunanistan) saldıran Venediklilerin oradan atılması emrini verdi. Çünkü Venedikliler Mora‘yı istila ederlerse burada kendilerine yardımcı ve Türklere düşman büyük bir kuvvet bulabilirlerdi. Burada tutunduktan sonra Venedikliler hedef olarak kendilerine Edirne, Selanik ve Gelibolu‘yu seçebilirlerdi. Venediklileri halleden Fatih, Macarlar üzerine yürüyecek ve en son en az önemsediği Arnavutları dizginleyecektir.

Hedef şaşırtmak ta onun en önemli taktiklerindendi. Bunu yapabilmek için planlarından kimseyi haberdar etmediğini daha önce söylemiştik. İsfendiyaroğulları‘nın topraklarını almanın zamanı geldiğine karar veren Sultan, kara ordusu ile harekete geçti. Aynı zamanda donanmayı da denizden yola çıkartmıştı. Bu ordu ve donanmanın hedefinin Trabzon olduğu izlenimi verebilmek için İsfendiyaroğlu İsmail Bey‘e bir mektup göndermiş ve Sinop‘a uğrayacak donanmaya lazım gelen kolaylığı göstermesini ve oğlunun da Ankara‘da Osmanlı ordusuna katılmasını istemişti. İsmail Bey‘in oğlunun Ankara‘da orduya katılmasından sonradır ki Fatih Sinop üzerine dönüverdi. Böylece İsfendiyaroğulları hem karadan ham de denizden baskına uğradılar.

Aynı yöntemi Trabzon için de uyguladı. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan üzerine gidiyormuş izlenimi verilerek, yol takip edilmiş Bayburt civarında aniden kuzeye dönülmüştü. Bu yolsuz araziye Trabzon Rum İmparatorluğu‘nu gafil avlamak için katlanmıştı.

"Ufukların Sultanı" aynı zamanda iyi bir diplomattı. Edirne‘de tahta çıkarken gelen Bizans elçilerine çok iyi davranmıştı. Halbuki o günlerde Konstantiniyye rüyalarına girmekteydi. Yine padişah Karaman seferinde artık vergi vermeyeceklerini söyleyen Trabzon elçilerine de sessiz kalmıştı. Bu seferden dönerken taşkınlık eden yeniçerilere de istekleri verilmişti. O muhteşem kafanın içinde bir saat vardı ve zamanı gelen işi zamanı gelince hallediyordu. Hiç acele etmez sabırla beklerdi. Tıpkı iktidar ortağı gibi hareket eden Çandarlı Halil Paşa meselesini İstanbul‘un fethinden sonrasına kadar ertelemesi gibi. Karaman seferinden Gelibolu‘ya geçer geçmez taşkınlık eden Yeniçerilerin elebaşlarına gerekli cezalar verildi. Bir daha padişaha itaatsizlik edememecesine.

İstanbul kuşatılırken galata Cenevizlileri önceden Bizans‘a yardım etmeyeceklerine dair söz vermişlerdi. Bu sebeple de bazı tavizler koparmışlardı. Fakat kuşatma boyuca sözlerini tutmadılar. Sultan bu durumu çok iyi bildiği halde açığa vurmadı. Onların düşmanca hareketlerine İstanbul alınıncaya kadar göz yumdu. Bilmemezlikten geldi. Ta ki İstanbul alınıp sıra onlara gelene kadar.

Fatih, Uzun Hasan üzerine giderken İshakoğlu İsa Bey‘i savaştan dönünceye kadar; Macarları oyalamakla görevlendirdi. Hatta ondan ne isterlerse kabul etmesini buyurmuştu. Verilen emirleri noksansız uygulayan İsa Bey en yersiz teklifleri bile padişahın kabul edebileceği izlenimini Macarlar‘da oluşturabilmişti. Bu umutla elçilerini Fatih‘in arkasından Anadolu‘ya bile göndermişlerdi. Böylece tehlike olabilecek Macarlar sefer boyunca oyalanmıştı. Uzun Hasan galibiyetinden sonra ortada hiçbir antlaşma olmadığı ve net olarak bir söz de verilmediği için bütün istekler geri çevrilmişti. Elçi eli boş bir şekilde Macaristan‘a geri dönmüştü.

O, çağına askerlik bakımından örnek olduğu kadar hem çağına hem de bu güne insanlık bakımından örnek bir şahsiyetti. Kendisine elli küsur gün direnen o kadar müslümanın kanına giren İstanbul şehri ve halkına gösterdiği merhamet aklın alamayacağı kadar olmuştur. Özellikle de o çağın zihniyet ve anlayışı düşünüldüğünde ondan beklenen, Müslüman olan Türklerin Hıristiyan bizanslıları kılıçtan geçirmesi, Hıristiyan anıtlarını taş üstünde taş bırakmamacasına yıkması olurdu. Ancak İstanbul‘ a giren muzaffer ordu ve haşmetli hükümdarı o çağların anlayışına kendilerini kaptırmazlar. Çünkü onlar "Le tüftehenne‘l-Konstantiyye. Ve le ni‘me‘l-emiru emiruna ve le ni‘me‘l-ceyşu zaIike‘l-ceyş."  müjdesine nail olmuş komutan ve askerdiler. Laf değil onları yüzü suyu hürmetine kainat yaratılan Rasulullah (@) müjdelemişti. Kimsenin canına, malına dokunulmayacak ve bunu ilk gün padişah garanti edecekti. Hemen savaş sırasında yıkılmış yerlerin imarına başlanılacak. Fatih bu işlerde daha çok Rum esirleri kullanmış ve onlara günde altı akçe vererek bu zor günlerde hayatlarını kazanma imkanı vermişti. Bundan başka sokaklarda esirlere rastladığı vakit maddi yardımlar da bulunmuştur. Bosna‘nın Fethi‘nden önce, Mayıs 1463‘de tebdil-i kı¬yafet ederek derviş kılığında Milodraze‘ye gidip Fransis¬ken rahibi Fra Angel Zuizdovic‘le görüşür. Bu görüşme¬ sonunda meşhur ahidname verilir kiliseye. Fatih "Hiç kimse ne Hıristiyanlara, ne de kiliselerine dokunmaya¬cak, kaçanlara özgürlük ve güvenlikleri verilecek, geri dönebilecekler ve manastırlarında, hakimiyetim altında¬ki topraklarda yaşayabilecekler" demektedir. Bu ahitnamede bugün saklandığı Fonit¬sa‘daki manastırdan tüm dünyaya insanlık dersi vermektedir. İnsan istemeden bugün Bağdat‘ı Çeçenistan‘ı,  Kosova‘yı, Kudüs‘ü, Kaşgar‘ı ve nice zulüm altında inleyen İslam diyarlarını düşünüyor. Ve onlar "Fatih"ini bekliyor.

O aynı zaman da bir sanatseverdi. İstanbul‘un anıtlarına el sürdürmemişti. Hatta Ayasofya‘da bir taşı tahribe çalışan bir eri bizzat padişah azarlamıştı. Onlar için kutsal olan yerlere, Çemberlitaş‘a, Dikilitaşa ve daha nicelerine dokunulmamış yeni İstanbul‘da da yerlerini korumuşlardı.

Ufukların Sultanı‘nın ufku tek bir tarafa bakamazdı ebette. O Yunan edebiyatının önemli ismi Homeros‘un İlyada‘sını Johannes Dokeianos‘a hazırlatmış ve okumuştur. 1462 yılında Midilli seferine çıkarken İlyada destanının meydana geldiği Truva harabelerinde Aşil‘in, Ajax‘ın ve diğer kahramanların mezarlarını Anconalı Cyriacus ‘un danışmanlığında bulmaya çalışmıştı.

O zamanın İskender‘iydi aynı zamanda. Huzurunda İranlı ve Rum müzisyenleri yarıştırıp hakemlik yaparken hayal etmek zor gelse de bunun sebebi Fatih‘teki paradokslar değil, ne yazık ki bizdeki at gözlükleri olsa gerektir. Molla Cami‘yi de, Homeros‘u da okuyan anlayan, zevk alan; İtalyan Bellini‘yi de Bursalı Şiblioğlu‘yu da sarayında yarıştıran bir sultandı.

Ta İtalya‘dan Gentile Bellini‘yi çağırtır Fatih. Fatih tarafından çağrılmak ne büyük bir lütuftur sanatçılar ve bilim adamları için. Bellini İstanbul‘a gelir ve meşhur Fatih tablosunu yapar. Bu arada İstanbul‘un o gününü gösteren resimlerini de. Savaşta ne kadar hiddetli ise sanatçıya ve âlime o kadar saygı göstermektedir padişah. Bu İtalya‘na samimiyetinin göstergesi Gentile‘nin kısaltması "Janti" diye hitap etmektedir. Onunla İstanbul sokaklarını gezerler. Bir defasında bir deli onlara yaklaşarak Sultanı yüzüne karşı ölçüsüzce övmeye başlar ve para ister. Padişah rahatsız olmuş ve para vermeye yanaşmamıştır. Belini şaşırır ve sorar. " Her insan övülmekten hoşlanır, neden para vermediniz?" Cevap Bellini‘yedir ama sanki mesaj bugüne "Ben akılı adamların beni övmesinden hoşlanırım; Mecnunların değil."

Her şey bir tarafa koskoca Fatih‘i elinde makas ile sarayın gül bahçesinde bahçıvanlık yaparken düşünebiliyor musunuz? Düşünebiliyor musunuz gülleri derdiği aşıladığı ve çapaladığı bir gül bahçesinin olduğunu. Zor gelse de insana, unutmayalım baştan söylemiştik o "ufukların sultanı" idi.

Bilime olan düşkünlüğü dillere destandı. Onun harita merakı İtalyan şehirlerine kadar ulaşacaktı. Nasıl ulaşmaz ki işinin ehli olanlara verdiği ihsanlar bir adamı zengin etmeye yetiyordu. Yazılan kitaplar, çizilen haritaların kıymetini anlayacak sultan İstanbul‘daydı. Bu yüzden İstanbul sanatçı, âlim kaynıyordu. Yapacakları çalışmalar için her türlü imkân hazırdı. Roma İmparatorluğu‘nun en yüksek dönemindeki coğrafya bilgilerinin bir özeti niteliğindeki Batlamyus‘un Geographica‘sını matbaasında özenle basmış olan Francesco Berlinghieri adlı İtalyan sultan Fatih‘e satabilmek için İstanbul‘a gelmişti. Ancak onun ölümü nedeniyle kitabı yeni padişah II. Bayezid‘e sunacaktı.

Büyük astronom, matematikçi ve daha bilumum ilimlere vakıf olan Ali Kuşçu. O da Fatih‘in gözünden kaçmayanlardan. Semerkand‘da büyük devlet adamı ve astronom Uluğ Bey‘in yanında yetişmiş bulunan Ali Kuşçu tarihimizin büyük bilginlerindendir. Uluğ Beyin Semerkand‘daki Rasathanesinde (Gözlemevi) çalışmış ve müdürlüğünü yapmıştır. Daha sonra velinimeti ve hocası ölünce Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan‘ın maiyetine girmiştir. Osmanlı Akkoyunlu ilişkilerinin gerginleşmesi üzerine Uzun Hasan tarafından Elçi sıfatı ile İstanbul‘a gönderilir. Fatih‘in ilim aşkı bu kıymeti İstanbul‘a kazandırmasını söylemektedir. Çok ısrar eder ama cevap Ali Kuşçu‘ya yakışır niteliktedir. Bu cevap bile sultanı Ali Kuşçu konusunda ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Ali Kuşçu kendisinin bir görevi olduğunu ve bu görevini tamamlaması gerektiğini ancak Tebriz‘e dönüp elçilik görevini tamamladıktan sonra tekrar geleceğini belirtmiştir. Dediği gibi de yapmış İstanbul‘a gelmiştir. Bu yolculukta Semerkandlı âlime menzil başına 1000 akçe yolluk ödendiğini biliyoruz. Bu cömertçe yolluk bile Fatih‘in bilim ve âlim aşkını anlatmaya yeter. Onun karşılanışı da bilim adamına saygının göstergesi niteliğinde olacaktır. Fatih Sultan Mehmed kendisini günde 200 akçe maaşla Ayasofya Medresesine baş müderris tayin etmiştir.

Huzurunda bilimsel toplantılar yapması ile de ünlü olan Fatih bu toplantılarda kendisi de bu yetkinliğe sahip olduğu halde hakem olmaz, genellikle Molla Hüsrev‘i hakem yapardı. İşte bilim adamına gösterdiği saygı. Bu toplantılardan birinde Hocazade ile Molla Zeyrek arasında olmuş. Toplantı 7 gün sürmüştür. İbn-i Sina‘nın İlim nerede rağbet görür nerede misafir edilirse oraya gider" sözünü hatırlayıp bu gün için hayıflanmamak mümkün mü?

Sultan medreselerdeki eğitimin kalitesi ile de ilgilidir. Normal olarak yapılan denetimlerin dışında kendisi de haber vermeden medreseleri ziyaret eder ve denetlermiş. Bir gün kendisi de âlim olan Sadrazam Mahmud Paşa ile Ali Tusî‘nin dersine girer. Dersi pek beğenmiş Fatih. Sultan‘ın anlatılan konuya da hâkim olmasından anlaşılacağı gibi müderris gerçekten beğenilecek bir ders anlatmış olmalı. Âlim denildiğinde cömertliğinin üzerine olmayan padişah hil‘atlar giydirmiş, hediyeler vermiş Ali Tusî‘ye. Sultan İbn-i Rüşt mü, Gazali mi sorusunun cevabını aramakta. Hemen haber yollar çok beğendiği Ali Tusî‘ye ve görevini bildirir. O dönemin namlı bilginlerinden Hocazade‘ye de haber verilir. Görev İbn-i Rüşt‘ün Tehafü‘t-Tefahüt‘ü ile Gazali‘ni Tehafütü‘l-Felasifesi‘ni karşılaştırmaktır. İki bilgin başlar çalışmaya. Biri 4 ayda diğeri 6 ayda bitirir eserini. Eserler sunulunca Sultan‘a hemen bilginlerden kurulu bir jüri oluşturulur. Hocazade‘nin eseri beğenilmiş. Ancak ayırt etmez Fatih kazanana vaat ettiği ödülü ikisine de aynı miktar da verir. Onun derdi eğlence değil ki kazananın kafasına konfeti attırsın. O her türlü görüşün konuşulup tartışıldığı medeniyet merkezi; her türlü çiçeğin bulunduğu bir bahçe inşa etmektedir. Tıpkı bir bahçıvan gibi. Zaten aynı zamanda bahçıvan değil miydi bu kartal burunlu adam. Fatih olmak kolay değil elbette. Etrafı insanlarla dolu kimi âlim kimi zalim. Hepsini ayırt edecek ona göre davranacak o. Öyle de davranır. Hıristiyan Müslüman, doğulu batılı demez. İlim sahibini gözünden tanır. Hemen buldurur, davet eder -bulun getirin demez-  kendi elleri ile büyük bir ihtimamla oluşturduğu o insanlık bahçesine. Trabzonlu Yorgo da geçer o bahçeden Batlamyus‘un eserine bir sunuş yazıp takdim eder bu "bilge kral"a. Şöyle yazmıştır kitaba "Hayatım da bilge bir krala hizmet etmekten ve en yüce meselelerde felsefe yapmaktan daha hayırlı bir şey olmadığını düşünerek." Ayrıca Yorgo Aristo ile Eflatunu‘ karşılaştıran eserini de sultana takdim edip mektup yazacağına söz vererek Roma ya gider. Papa, Yorgo‘nun Fatih ile olan ilim muhabbetini duymuştur. Böyle bir bilgin Roma‘ya geldi diye sevineceğine onu hapse attırır. Şaşırmayın skolâstik bunu gerektirir. Skolâstik mi ne? Ortaçağ Avrupa‘sındaki at gözlüğü anlayacağınız.

Bir ara büyük veli İbrahim Ethem gibi tacı tahtı terk etmeyi düşünür. Gideceği yer bellidir. Kafasındaki bütün sorulara cevap verecek gönlünü dolduracak Akşemseddin‘dir. Fakat red cevabı gelir Allah dostundan. Çünkü kaçamayacağı ve devredemeyeceği bir görevi vardır onun. Fatih bir gün Medresede müderrislere başkanlık eder. Toplantıya en seçkin müderrisler katılır. Sultan der ki: "Bir gün saltanattan çekilirsem gelip çalışmak üzere burada bir odam olsun". Kurul üyeleri derler ki "Sultanım gerçi bütün binaları siz yaptınız ama burada bir odaya sahip olmanız mümkün değil. Çünkü siz ne talebesiniz nede müderrissiniz. Kendisine bir sınava girip başarılı olması halinde oda tahsis edilebileceği hatırlatılır. Sultan sınava girer başarır ve bir odanın sahibi olur. İnanılası bir durum değilmiş gibi geliyor ama bu doğrudur . Medreselerin 1924‘te kapatılmasına kadar böyle bir odanın bir rahle ve minder ile korunmuş olduğunu Prof. Süheyl Ünver‘den öğreniyoruz.

Huzurunda sadece âlimler otururmuş. Bir gün kendisi âlim olan sadrazam Mahmud Paşa: " Ben de medrese mezunuyum. O halde öteki âlimler gibi huzurda neden ben de oturmayayım" dediği sultanın kulağına gelir. Cevap şöyle gider. "O seyfiye sınıfına (devlet adamı) geçmiştir, oturamaz. İstiyorsa bundan vazgeçsin, sarığını sarıp gelsin otursun. Bu kadar ilmi kollayan değer veren bir padişahın etrafı hangi bilginlerle dolmaz.

Anlatıldığına göre Fatih Sultan Mehmed Akşemseddin‘i görünce hemen ayağa kalkardı. Bir de devrin Ebu Hanife‘si denilen Molla Hüsrev‘i görünce. Sebebi sorulunca benim hocama saygım için hemen davranmamam mümkün değil. Diğer insanlar benimle musafaha(tokalaşma) ettiklerinde onların elleri titrer. Akşemseddin‘le musafaha edince benim elim titremektedir.

Avnî onun mahlasıdır. Çünkü Fatih Sultan Mehmed şairdir aynı zamanda.

İnsan hem bir hükümdar hem de içli şair olsun. Bu Osmanlı hükümdarlarının bir adetiydi. Neredeyse bir sanat ile ilgilenmeyen padişah yok gibidir.. Padişahın kelimelere olan hakimiyetini şu beyitte bile görmek mümkündür.

Bizümle saltanet lâfın idermiş ol Karamanî

Huda fırsat verürse ger kara yire karam anî

Sözü üstadlardan birine bırakıp bu bahsi bitirelim

"Fatihin gayesi, insanlığın yüzünü Doğu‘ya veya Batı‘ya çevirmek değildi. Önemli olan, insanlığın yüzünü yerlerin ve göklerin Yaratıcısı‘na çevirmekti.

Atlılar bilmekte, at sezmekte ki,

Bu bir müjde, bir Peygamber çağrısı (Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu)

Bu bir Peygamber çağrısı elbette. Yoksa biz buna "fetih" demezdik. Çünkü fetih kavramının öyle içi birkaç cümle ile dolduruluveren bir kelime olmadığını çok iyi bilmekteyiz. Çünkü biz fethin ne demek olduğunu da nasıl yapıldığını da Ondan öğrendik. O her konuyu olduğu gibi, savaşın da fethin de barışın da nasıl olması gerektiğini öğretmişti. O aynı zamanda nerelerin fethedileceğini de müjdelemişti. Sahabelerinin ufkunu devrin iki süper gücü üzerine yoğunlaştırmıştı. Kendisi gelmeden doğru dürüst bir devletleri bile olmayanlara Kisranın (Sasaniler) ve kayser‘in (Bizans) saraylarını müjdelemişti.

Ashabdan Enes bin Malik (r.a)demiştir ki;Resulullah (sav) teyzem Ümmü haram‘ın ziyaretine gelirdi de, o, kendisine yemek ikram ederdi. O sırada Ümmü Haram(r.a.) Ubade bin Samit (r.a)‘in nikahında idi. Yine bir gün Rasulullah(sav) ziyarete geldi. teyzem yemek ikram etti. Rasulullah‘ın başını tarayıp temizledi  daha sonra Rasulullah bir süre uyudu. Sonra gülümseyerek uyandı. Ümmü Haram demiştir ki;

Seni güldüren nedir?" diye sordum. O

-Rüyamda bana ümmetimden bir kısmı şu mavi deniz üstünde -padişahların tahtlarına kuruldukları gibi- kemal-i ihtişamla gemilere binerek Allah yolunda deniz harbine gittikleri halde gösterildiler de ona gülüyorum" buyurdu. Ben

-Ya Rasulullah! Benim deniz gazilerinden olmaklığım için Allah‘a dua buyursanız" diye rica ettim Rasulullah da dua buyurdu. Sonra başını yastığa koyarak bir müddet daha uyudu ve bir süre sonra gülümseyerek uyandın . Yine ben:

-Ya Rasulullah! niye gülüyorsunuz diye sordum, Rasulullah

"-Bu defa da ümmetimden bir kısmının _padişahların tahtlara kuruldukları gibi- kara nakliyelerin üstünde debdebeli bir mevkib halinde gazaya gittikleri gösterildi.".Ben:

"-Ya Rasullah bunlar arasında da bir gazi olarak bulunmam için dua buyursanız",dedi Rasulullah

"-Hayır birincilerden" diye karşıladı.

Bu konu da naklolunan diğer bir rivayette ise hadisenin ikinci kısmı anlatılırken Peygamber Efendimiz ‘in şöyle buyurduğu belirtilir:

"Ümmetimden Kayzer‘in (Bizans‘ın merkezi İstanbul) şehrine gaza eden ilk muharipler için de yarlığıma vardır."

Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde İslam orduları o gün için Ortadoğu‘nun iki süper gücü Sasani ve Bizans İmparatorluğu ordularıyla kıyasıya bir mücadeleye giriştiler. 634-643 yılları arasında İran‘ın siyasi mevcudiyetine son verilmiş; Şam, Kudüs, Mısır fethedilerek Bizans çeşitli yönlerden zorlanmış, güç kaybına uğratılmıştır. Liman şehirleri ele geçirilerek denize çıkış sağlanmıştır

Ondan öğrendik demiştik... Ümmeti ise ona layık oldu, kısa sürede kisra ve kayzerin saraylarında baykuşlar ötmeye başladı."İnanıyorsanız üstünsünüz" ayet-i kerimesi zaten cesaret veriyordu. İşte o ipe sarılan ümmet düşman bizden üstün demeden sırf Allah rızası için canlarından geçerek yaptıkları cihad‘da "süper güç" tanımadılar

Acaba bu kadar kısa sürede Müslümanlar iki büyük süper gücün ordularını nasıl dize getirebilmişlerdi. Bunun cevabı için tabiidir ki pek çok sebep sayılabilir. Ancak en başında Müslümanların Hz. Muhammed (@)‘ın müjdelediği topraklar üzerinde bulundukları şuuruna sahip olmaları gerçeği gelmektedir. Sasani orduları ile İslam orduları arasında cereyan eden (meydana gelen) Kadisiye Muharebesi öncesinde Hire civarında esir düşen bir mücahid ile iran ordusun başkomutanı Rüstem arasında geçen bir konuşma bu şuuru daha iyi anlatır. Rüstem

-       Niçin geldiniz? Buralar da ne arıyorsunuz? diye sorar.

-       Cenab-ı Hakk‘ın bize vaat ettiği yerleri elinizden almak için geldik, işimiz bundan ibarettir.

-       Öldürüleceğin aklına gelmiyor mu?

-       Ölenlerimiz cennette, sağ kalanlarımız ise sizin mülkünüze gireceklerdir.

-       Demek oluyor ki Allah bizi size teslim etmiştir. Öyle mi?

-       Sizi bize teslim eden kendi kötü işleriniz. Kötü anlayış ve davranışlarınızdır.

-       Pekâlâ, İran ordusunun büyüklüğünü ve gücünü görmüyor musun?

-Herhalde etrafında bulunan yığın halindeki kalabalık seni umutlandırıyor ve bizim arzularımızın gerçekleşmesi konusunda seni şüpheye düşürüyor. Biz şevksiz ve emelsiz kuru kalabalıktan ibaret olan İran askerlerinin bizi gayelerimize ulaşmaktan alıkoyamayacağına inanıyoruz. Ey kumandan her şeyden evvel şunun hatırlatmak isterim ki siz mahlûk ile uğraşıyorsunuz, kaza ve kader ile uğraşıyorsunuz. Zira biz Allah Teala‘nın bize zafer vaat ettiği ve Hz. Peygamber @‘in müjdelediği topraklar üzerindeyiz.

Müslümanların gücü işte bu şuurdu. Bu şuurla ki Utbe bin Nafi Bütün Kuzey Afrika‘yı fethettikten sonra atını Atlas Okyanusu‘na doğru hızla sürerken

-"Ey Rabbim şu derya önüme çıkmasaydı senin adını daha ilerilere götürecektim" diye bağıracaktır

-Bu şuurla ki Tarık bin Ziyad daha sonra kendi adı ile anılacak "Cebel-i Tarık Boğazı"nı geçtikten sonra limandaki gemileri yakıp mücahidlere hücum emrini verecektir.

Fethetmek bir kaleyi bir şehri bir memleketi almak demek. Açmak demek. Ancak gözden kaçırılan bir nokta var. Yaptığınız işten daha önemli olan o işi ne adına yaptığınızdır. Arabistan‘dan kalkıp İspanya‘yı Endülüs yapan mücahitler bunu ne adına yapıyorlardı.

Hz. Eba Eyyubü‘l-Ensari(Eyüp Sultan) o kadar yolu o yaşında ne adına gelmişti. Akın akın Asya‘dan Anadolu‘ya akan Türkmenlerin dilinde ne vardı. İşte asıl kafa yorulacak nokta burasıdır. Bunun üzerinde o kadar kafa yormalıyız ki kafamızın içinde "şehit",gazi",gaza",cihad",fetih" gibi bedenimize can üfleyecek kavramlar boşlukta gezmesin.

Türkiye‘de yüz elli yıldan beri kavramlar aslî içerikleri boşaltılmış olarak kullanılmaktadır.

İki kişi herhangi bir konuda tartışırken ne yazık ki ortak bir noktada buluşamamaktadır. Bunda da kavramlara yükledikleri anlamların farklı olması yatmaktadır. Günümüz Türkçesi kafa karıştıran kelimelerin harman olduğu bir manzara arz ediyor.

Ne yazık ki kafamızın içi o kadar bulanık ki savaş ile cihadın işgal ile fethin gazi ile yaralının aynı olduğunu düşünebiliyoruz. Sanki İstanbul‘a hücum eden Osmanlı Askeri ile II. Dünya savaşında Normandiya Çıkarması yapanlar aynı şeyi yapıyorlardı. Sonuçta ikisi de savaş değil miydi? Pekâlâ o zaman Bosna ‘da savunmasız Boşnak evlerine giren zavallı Müslüman kadınlara tecavüz eden Sırp çapulcusu ile İstanbul‘un fethi sırasında Bizans‘tan Türk askerinin durumu hakkında bilgi edinsin diye gönderilen kadınlara dahi ilişmeyen Rasulullahın "ne güzel asker" diye övdüğü "mehmed"i aynı kefeye koymak gerekmez mi? Aynı kefeye konulursa Mehmedciğin ruhaniyetine ayıp etmiş olmaz mıyız?

Bizanslı Kadın Casuslar

Bahsettiğimiz olay şöyle gelişmiştir: Bir gün Bizanslı birkaç kadın kuşatma sırasında Türk askerlerin çadırlarının bulunduğu yerde görülür. Önce bunların kimsesiz zavallılar olduğunu zanneden komutan kadınların yardım isteklerini geri çevirmez. Ancak ortada bir savaş vardır ve bu meseleyi tetkik edecek zaman da yoktur. Askerlerden birini çağıran kumandan kadınların bu gecelik onun çadırında kalmasını ister. Gece yarısı askerin çadırlarını gezmekte olan padişah ilginç bir olay ile karşılaşır. Askerin biri çadırdan çıkıp dışarıdaki mangala ellerini uzatıp çadıra girmektedir. Padişah askeri çağırıp meseleyi öğrendiğinde Cenab-ı Mevla‘nın fethi bu orduya nasip edeceğine Rasulullah‘ın "ne güzel asker" diye övdüğü askerin bu asker olduğuna o gece daha fazla inanır. Asker şöyle anlatır meseleyi:

-Sultanım! Kumandanımın bu gecelik senin çadırında kalsın diye verdiği kadınlar içerde bana sarkıntılık etmekteler. Ben mangalda yanan ateşe ellerimi yaklaştırdım ki nefsime cehennem ateşini hatırlatarak terbiye edebileyim.

1299 yılında kurulduktan sonra Osmanlı devleti‘nin sınırları önce büyük bir hızla Batı yönünde gelişti. Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya, Mora, Arnavutluk, Bosna ve hersek, Romanya (Eflak); Macaristan birer birer fethedildi. Bunu okuduktan sonra kendimize şu soruyu sormuyoruz. Bu kadar memleket nasıl olur da ele geçirilebilir. Hadi güçlüsünüz karşınıza çıkan orduları bir bir alt ettiniz. Ülkeleri ele geçirdiniz. Ancak yine sorunu halletmiş olmuyorsunuz. Yendiğiniz ordudan kaçanlar tekrar toplanıp halktan yardım alıp bir kurtuluş savaşı yapamazlar mı? Ayrıca bu ülkeler birbirinden ayrı ve çok geniş bir alandadır. Bu nedenle hepsi ayrı bir mücadele içinde olacaklarından dolayı o ülkelerde sürekli asayişi sağlayacak büyük ve güçlü ordular bulundurmak zorunda değil misiniz? Bu kalabalık askeri nereden bulacaksınız? Bunların hepsini bulduğunuzu kabul etsek bile bu sayının milyonlarla ifade edilmesi gerektiğini de bilmek zorundayız. Bırakın size karşı kurtuluş savaşı içinde olan halkları dizginlemeyi İran‘dan Avusturya‘ya kadar alanda milyonlarca askeri silâh altında tutsanız bile bunların ihtiyaçları için bütün halkı sadece orduya çalıştırmak zorunda değil misiniz? Siz sadece bir polis devleti kurduğunuz için halkın ne ihtiyaçları olduğunu bile farkına varamayacağınız için sorunlar arttıkça size karşı halk içinde düşmanlık arttığı için direnişçi saflarındaki sayı artacak ve siz daha fazla asker bulmak zorunda kalacaksınız. Asker sayısı arttıkça bu sefer de onları kontrol altında tutmanız zorlaşacak.

Tarih kitaplarını okuyan -ki genellikle zaferleri okuruz- herkes şu cümlelerle karşılaşır: Fatih Sultan Mehmed Sırbistan‘a iki sefer düzenledi ve Sırbistan Osmanlı topraklarına katıldı, Mohaç Meydan Savaşı‘nda Avrupa‘nın en güçlü kara ordusuna sahip olan Macarları yenen Kanuni Macaristan‘ı topraklarına kattı. Okur ve gerisini düşünmez. Bu kadar kolay mıdır? Ya da bu cümleler yalan mıdır? Hayır elbette gerçektir? Nasıl olduğunu Bulgaristan metropoliti Mihail‘in Bizans imparatoruna gönderdiği mektupta bulmak mümkün.

Metropolitin Mektubu

Dinimizden olmayanların idaresinde, bugüne kadar aynı dinden olduğumuz İtalyanlardan gördüğümüz zararın bir zerresini dahi görmedik. Önümüzdeki büyük tehlikeyi fark ederek İtalyanların yerine Türklerin egemenliğini tercih etmemiz gerektiğini belirtmek isterim. Tanrının buna razı olacağına inanıyorum.

Böyle demektedir metropolit. Kendisine düşmanının bile sığındığı bir asalet. İşte bütün sır burada idi. Balkanlarda halk kendi idarelerinden bile bıkmış durumda oldukları halde papazların yalanları ile onlara katlanıyorlardı. Papazların Türklerin geldiklerinde kendilerine ne işkenceler yapacaklarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Ancak Osmanlıların fethettikleri yerlerdeki tanıdıkları ile konuştuklarında kendilerinin ne büyük işkenceler içinde olduklarını anlayabiliyorlardı. Bu durum onları Osmanlının kendi yaşadıkları yerleri de ele geçirmelerini istemelerine neden oluyordu. Hatta onları kendi yurtlarına davet edenler ve yardım edenler de vardı. Osmanlılar fethettikleri yerlerde kendisinden önce alınan vergileri kaldırıyor ve kazançlarına göre verebilecekleri oranda vergiler koyuyordu. Bu durum Osmanlı‘nın kendi yaşadıkları yerleri de ele geçirmelerini istemelerine neden oluyordu. Hatta onları kendi yurtlarına davet edenler ve yardım edenler de vardı.

Osmanlılar fethettikleri yerlerde kendisinden önce alınan vergileri kaldırıyor ve kazançlarına göre verebilecekleri oranda vergiler koyuyordu. Bu durum hem ekonomik açıdan kazanç sağlarken hem de kendilerine karşı bir direniş olmasını engelliyordu.

Fetih bu değildi sadece. Yani madde planında kaleler almak memleketleri kendine bağlamak değildi. Birde mana planında fetih vardı. İşte bu madde planında fethin asıl amacıydı. Tıpkı "bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak için okunur" sözünde olduğu gibi madde planında yapılan tüm fetihler de tek bir amaç için yapılmakta idi. Zaten bu amaçla yapılmayan savaşlar cihad olamazdı. Bu amaç dışında alındı ise bir yer ona fetih denemezdi. O amaç İla-yı kelimetullahtı. Allah‘ın adını ulaştırabileceğin kadar uzağa götürmek. Bütün fetihler de bu amaç için yapılmalıydı.

Geçenlerde İstanbul‘daki Çemberlitaş restorasyonu ile ilgili olarak konuşan Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Peder Dositheos Anagnostopulos: Kutsal kâse, batıdan gelme bir efsanedir. İsa efendimizin son gece içtiği varsayılan kadehin Çemberlitaş‘ın altında bulunduğu iddialarına, Ortodoks kiliseleri inanmaz. Eğer iddia edildiği gibi böyle bir oda var ise gerekli kazıların bir an önce yapılıp araştırılması ve kutsal emanetler olup olmadığı aydınlığa kavuşturulmalı. Bu çalışmanın yapılmasının sakıncası olmadığını düşünüyorum. 1204 yılında 4‘üncü Haçlı seferi sırasında İstanbul talan edilmiş. Eğer bu sırada bu eşyalar alınmamışsa yerinde duruyordur. Çünkü 1453‘te Fatih Sultan Mehmet İstanbul‘u fethedince, şehre zarar vermemek için orada kazı yapılmamıştır. İşte bunun adına fetih derler. Elinden İstanbul alınan ataların çocukları böyle demektedir

Yahya Kemal‘in "Biz İstanbul‘da mekânı değil zamanı fethettik" sözü fetih kavramını anlama yolunda kılavuzumuz olsun. Zamanın fethi, ruhun fethi idi. İslam‘ın kurmayı gaye edindiği o büyük insanlık ve barış bahçesine açma, açılma demekti. Buradan baktığınız zaman ders kitaplarında öğrendiğimiz İstanbul‘un Fethi bir tarihi olay olmaktan çıkıp insanlığı hakikatten ayıran perdelerin açılması demekti. Ayan beyan meydana çıkması demekti. Çünkü insanlığın gözündeki perdeler ancak bir fetih ile açılabilirdi. Zaten fetih açmak değil miydi? İşte burada insan çölde günlerce susuz kalmış bir insanın susuzluğunu hissetmekte. Bizi hakikatten ayıran perdeler hangi fetih ile açılacak. Dili damağı yapışmış bir insanın su! su! dediği gibi "fetih" diyesi geliyor.29 Mayıs 1453 tarihinin asıl gözden kaçırılmaması gereken tarafı yeryüzünde yeni bir medeniyet kurma çabası olmalıdır. Bu fetih Farabi‘nin "Medinetü‘l-fazıla"sını gerçekleştirme projesiydi. Bu kutlu fetih Gül‘ün fethi idi. Osman Gazi‘nin oğlu Orhan‘a "Osman Ertuğrul oğlusun,

Oğuz-Karahan neslisin,

Hakk‘ın bir kemter kulusun

İstanbul‘u aç gülzar(gül bahçesi)  yap!

Dediği gibi bir fetih. Olaya böyle bakarsak Fatih‘in kafa ve gönlündeki gerçek fethin bir yarımadaya sıkışmış olan toprak parçasını ne pahasına olursa olsun zapt etmekten ibaret olmayacağı sırrını görebilir ve gösterebiliriz.