İstanbul’da düzenlenen «Uluslararası Bahaeddin Nakşibend ve Nakşibendilik Sempozyumu» ile genelde tarikatların özelde de Nakşibendi tarikatının Ehli Sünnet düşüncesinin korunması, yaşatılması ve yayılması konusundaki hizmetleri bir kez daha gündeme taşınmış oldu.
Malum olduğu üzere tasavvuf da tıpkı Tefsir, Hadis ve Fıkıh gibi temel ilimlerin tasnif edilmeye başlandığı dönemde ortaya çıkmıştır ve öğrenilmesi zaruri olan ilimlerden birisidir. Bazı kötü örneklerinin ortaya çıkmış olması bu ilmin tümden inkârına bir yol vermez. Üstad Hasan en-Nedvi’nin de işaret ettiği üzere her ne kadar tarihte “Tasavvuf” kelimesi etrafında çok tartışmalar olmuş ve bu kelime çok yara almışsa da konusu üzerinde hiçbir ihtilaf yoktur. Zira tasavvufun konusu marifetullah’tır. Allah Teâlâ’yı tanıma ve O’na vasıl olmak için nefsi arındırmadır. Nefsin terbiye ve tezkiyesi ise her Müslüman üzerine farzdır. ÜstadNedvi “Rabbaniyye La Ruhbaniyye” (Ruhbanlık Değil Rabbanilik) isimli eserinde tasavvuf ilmine “Fıkh-ı Batın” denmesi halinde hiçbir itirazın olmayacağını dile getirmektedir.
Tasavvuf “kal/söz” değil “hal”dir. Bunun için tasavvufi terbiye bu yola girenler için bir rehber, bir yol göstermeden ibarettir. Gerisi kişinin gayretine kalmıştır. Nitekim Nakşibendi hazretlerine soruyorlar:
* Silsileniz nereye ulaşıyor?”
Şu çarpıcı cevabı veriyor:
* Silsileye zincire bağlı olanlar hiçbir yere ulaşamazlar. Aslolan kendimiz olarak Hakk’a koşmaktır.”
Yine kendisine soruyorlar:
* Niye az keramet gösteriyorsun?
Şöyle cevap veriyor:
* Kula lazım olan keramet değil istikamettir. Bunca günahlarımıza rağmen hala ayakta durabiliyorsak (Hak yolda yürüyorsak) bundan daha büyük keramet olur mu?”
Tasavvufun gerçeğini işte bu anlayış temsil eder. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyye bağlılık işin esasıdır. Esasen gerçek tasavvufun hiçbir temsilcisi kendilerini yegâne hak yol olarak tarif etmemişlerdir. Aksine her birisi kendi yollarını Hakk’a ulaştıran yollardan bir yol olarak görmüşler ve insanları kendilerine değil Hakk’a çağırmışlardır.
Nakşbendi tarikatının esasını Ehli Sünnet inancı ve İslami ilimlerin tahsili oluşturduğu için tarih boyunca Bâtınî ve Hurûfî yorum ve te’villerden uzak durmayı başarmış, batıni akımların içerisine sirayet etmesine imkan vermemiştir. Bu özelliği ile de Medrese-Tekke ayrımını ortadan kaldırmıştır. Bunun için de bu tarikat, tarih boyunca alimlerin ve sünnî devlet ricalinin desteğini görmüştür.
Nakşilikte cehri (açık) zikir yerine hafi (gizli) zikir, uzlet yerine halkla beraber olma benimsenmiştir. Şah-ı Nakşibend Hazretleri, “Bizim yolumuzun esası sohbet yoludur” diyerek tasavvufi terbiyeyi uzlete çekilmekte değil halk ile beraber olmada görmüş ve şöyle buyurmuştur: “Hayır ve kurtuluş cemiyette, toplumun içinde ve insanların arasında bulunmaktadır. Sohbet ile halka karışmak ve halkın dertlerine ortak olmak, düşkün, hasta ve yoksullara hizmette bulunmak ve destek olmak, insanı pişiren, kemale erdiren vasıf ve davranışlardır.”
Şah-ı Nakşibend hazretleri bizzat kendi eliyle çalışıp kazanmaya büyük önem vermiş, kimseye yük olmamaya özen göstererek bu konuda müridlerine örnek olmuştur.
Nakşibendilik her dönemde aşırılıktan ve uç fikirlerden uzak olarak mutedil bir İslam anlayışının temsilcisi olmuş, SÜNNİ İslam anlayışını müdafaa etmiştir. Bugünkü İran’ın kurulu bulunduğu topraklarda Şii/Rafızi Safevî devleti kurulup da bozuk fikirlerini Batıni tarikatlar vasıtasıyla etrafa yaymaya başladıklarında bunun karşısında Nakşibendilik bir koruyucu kalkan vazifesi görmüştür.