Duyu algısı

Abone Ol

“Duyu algısı” ya da “duyu izlenimi” kavramı, XX. Yüzyılın başlarında bilginin kaynağı, mahiyeti ve nitelikleri konusunda yapılan tartışmalar dolayısıyla İngiliz filozofu B. Russell tarafından öne sürülmüştü. Felsefi bakımdan genel olarak “duyumcu” olarak adlandırılsa da, farklı anlayışlara açık olması dolayısıyla bu adlandırmanın klasik duyumculuğa tam uymadığı savunulmuştur. Fakat “Analitik” okul içinde sayılması konusunda uzlaşma vardır denebilir.

“Duyu algısı” deyimi kabaca şöyle açıklanabilir: Pencereden baktığımda karşıda duran ağacı görüyorum. Ağacın etrafa uzanan dalları, dallar üzerinde yaprakları var. Yaprakları yeşil renkte! Gözlerimi kapadığımda, ağacı görmüyorum, yani ağaç yok, ama ona baktığım anda elde ettiğim izlenimler zihnimde bulunmaktadır. Tekrar gözlerimi açtığımda ağacın yerli yerinde durduğunu görüyorum. Başka bir zamanda aynı ağaca baktığımda elde edeceğim izlenim az çok farklı olacaktır. Ancak ağaç bir nesne, daha açığı bir varlık olarak hep aynı kendisidir. Demek ki, bilgimiz nesnenin, varlığın sadece bir algısıdır, dolayısıyla göreceli (relative)dir. Bu görüş, özellikle estetik ya da sanat felsefesinde başta İzlenimcilik akımında belli bir kabul de görecektir. Elbette felsefe alanında ortaya çıkan bu tür tartışmalar, başta fizik olmak üzere doğa bilimleri alanında ağırlığını ortaya koyan Görecelilik Kuramıyla yakından ilişkiliydi.

Fransız Devrimi ve Sanayi Devriminin bir “ürünü” sayılan Sosyoloji alanında da bu felsefi görüşlerin belli bir yankısı olacaktı. Sosyolojinin ana konusu olan “toplum”, “toplumsal olan”, “toplumsal olay” ya da “toplumsal olgu” üzerine açıklamalarda, tartışmalarda ve akımlarda söz konusu görüşlerin etkisini gözlemlemek mümkündür.

Bu kısa ve sınırlı hatırlatmalar çerçevesinde toplum, siyaset, devlet gibi olguların anlaşılış ve kavranışında karışıklık, hatta karmaşa yaşanmasını irdelemek, belki uyarıcı olabilir. Çünkü bu olguların sistematik bir tarzda ve farklı yöntem ve görüşler temelinde araştırılması yeterli düzeyde yapılmış gözükmüyor. Aksine, sözgelimi toplum olgusunda, bir takım sosyolojik çalışmalar ortaya konulmuş olmakla birlikte, genel olarak bunlar belli bir okulun görüşlerini tanıtıcı, açıklayıcı, yorumlayıcı nitelikte değerlendirilebilir. Üstelik kısıtlı sayıda ortaya konulan değerli araştırmalar ise, en fazla ilgili bilim alanlarıyla sınırlı kalmaktadır. Hele siyaset alanı, uygulama niteliğinin başatlığı nedeniyle, özellikle kuramsal görüşlere ya kapalı kalmakta ya da duyarsız davranmaktadır.

Basitçe ifade edilirse, toplum dediğimiz olgu, salt bireylerin bir mecmuu, toplamı sayılamayacağı gibi, aynı özellikleri taşıyan ilişkiler bütünü de değildir. Aksine toplum farklı bireylerin varlıklarını içkin olmakla birlikte, çoğunlukla çıkarları birbirleriyle çatışan ilişkiler “yumağı”dır. Yine basitçe söylenirse, devlet, toplumun siyasi örgütlenmesidir, ama bu örgütlenmenin kuramsal, ilkesel yönü yanında, yaşayan, hareket halinde olan, birbirleriyle çatışan unsurları dengelemek zorunda olduğu bir diğer yönü daha vardır. Yani ağacı, salt ondan elde ettiğimiz duyu izlenimleri olarak kavradığımızda, varolan ve şartlara göre değişim gösteren ağacın varlığı yerine koyduğumuzda, gerçeklikten uzaklaşır ya da onu yok sayar hale geliriz.

Kuşkusuz toplumu, siyaseti ve devleti, salt görünüş olgular olarak kavramak ne kadar yanıltıcı olursa, bunları salt izlenimlere bağlı kalarak oluşturmaya çalıştığımızda da yanıltıcı, hatta saptırıcı sonuçlara varmaktan kendimizi kurtaramayız.