Düş görmeme inadı

Abone Ol

“Hiç de fena bir mevsim değilmiş kış” demekte.

Hayatının gençlik ikliminde olan biri.

Yanındaki de onay vermekte gönülsüzce;

“Evet yaa.”

Eh işte seni aldık sohbet içine ama bu, hoşnutsuzluğu Pollyanna kompleksiyle boyama refleksi aslında.

Kış, yine de manzaraları için sevilir kimilerince.

Kayak için ya da tepeye hâkim bir otelin penceresinden yapraklarını dökmüş ağaçların gerisinden gökyüzünü kızıla boyayan ışıklarla kurulan ünsiyetle.

Ya da tarihi yapılarla dostluğu olanlar için,

Yaz izdihamından arınmış sanat eserleri ile bir başına kalma olanağı da sunmaktadır aslında.

Fakat son yıllarda icat edilen Kars treni ile karlar diyarına seyahat; heyecan arayanlar için ya da karlı dağların seyri için hoşluklar sunsa da.

Ki benim de favori mevsimim güz diyarlarına iyi giden sadece tren yolculuğudur.

Mahrumiyetin rengidir çokça kış.

Kuvvetli güneşin ısıtamadığı insan bedenlerinin naçar kaldığı, bir soba sıcaklığına sığındığı uzun aylardır.

Köylerdeki yaşamda, manzaraları durup seyretmeye vakit yoktur.

Ayazın kanattığı eller ahırı temizleyecek, odunları kıracak, hayvanların yemini verecek, sütü sağacak, alıcısı çıkmazsa onları değerlendirecek.

Tek odada yanan sobanın başında yer bulabilen için elbet keyiftir hayat.

Bu keyif genelde yaşlılara tanınmakta.

Ya döşekleri soba yakınına serilmekte,

Ya da minderleri sıcaklığa yakın noktaya bırakılmakta ki, bebeklerle bir tutulan ihtiyarların bir de hastalıkları ile uğraşılmasın.

Fakat bir vakıa ki, insanlar yüreklerinden geçirmeden duramazlar;

“Allah kışın ölüm vermesin.”

Bu soğukta mezar nasıl kazılacaktır,

Gelenlere meşakkat,

Yakınlara ayrı eziyet,

O acı içinde konukların doyurulması, kollarda derman kalmasa da başarılacaktır.

Düğünler de kışın yapılmaz.

Buzları kıra kıra gelin alayı nasıl gelecek, soğuk evler nasıl ısıtılıp misafirler ağırlanacaktır.

Bütün toplantılar yaza mühürlenmiş gibidir.

Elbet gündelik misafirlerle ateşin başında akşam sohbetleri; uzun kış gecelerinin can sıkıntısını ağartmada yardımcı olacaktır.

Birbirlerine neneleri zamanında kürsüler başında ısındıklarını anlatacaklar,

Ya da bakır mangallara alınan köz ateşlerin odanın soğukluğunu birkaç derece kırdığını nakledecekler.

Ahırın üzerinde ille de kerpiç yapı taşından oturma odalarının inşa edilip hayvanlardan gelen sıcaklığın kalorifer gibi değerlendirildiğini anımsatacaklar.

Büyükleri dinleyen bir çocuğun küresel ısınmaya sebep olan inekleri hatırlatması üzerinde durmayacaklar bile.

Aslında en fazla sosyal medyadan çıkamayan gençleredir bu duyurma.

Uzayan sohbetler, ölümün bir son olmayıp yeni bir hayata geçildiği, berzah hayatı.

İlle de “yatsılık”.

Yatmadan önce yenen “orcik”lerin, bademlerin, pestillerin, kurutulmuş meyvelerin masalını duyurmaya çalışan annelerin ortaya kurduğu masaya ilgisiz gençlerin,

Daha çok orta kuşağın avunduğu bu Kaf Dağı’nın ardındaki masalı yakın etme rüyalarını havaya uçuran dinamitler sıralanacaktır;

“Saçmalamayın ya, bu saatte şekerli meyve yenmez diyabet olacaksınız.”

“Düş görmeme inadı” diye görse de büyükler.

Gençler için büyük şehirden ancak ara tatillerde geldikleri köyler; mahrumiyet bölgeleri, zillet diyarlar, rezil hayatlardır.

Ne kendileri için biriktirilmiş gerçek yumurtaları görebilmekte, ne hakikî yoğurdun tadını anlayabilmektedirler.

Lavaboya giderken, daima istirahat halinde olduklarından eksilen konforları için söylenmektedirler;

“Uff buz gibi, dondum; sobalı odadan çık, buzdolabına gir.”

Akşama kadar ahırın ayazında, damın buzulunda, çalılara çamaşır asmakla uğraşmış mütevekkil ebeveyn; kara kışta bile gönlü bin renkli üzüm bağıdır, çiçekli bahçedir, başak tutmuş tarladır.

Onların dilindedir, “Allah bu günümüzü aratmasın” niyazları, huzurlu hayatlara şükürler.