Dünyayı bölüştüren birkaç egemen kendilerine göre bir yapı oluşturuyorlar. Bunların içinde bir egemen var ki, var ile yok arasında. Fakat o, sinsi bir şekilde, görünmez bir el olarak orta yerde duruyor. Bu birkaç egemen dünyayı kendi aralarında bölüştürürken, kendileri için yardımcı unsurlar olan ikinci bir kademe, onun yanında üçüncü sırada yer alanlar, daha kenar bir masada olması gereken yamaklar ve sömürülen büyük çoğunluk yer alır.
Dünya nüfusunu oluşturan kültür ve dinî topluluklara baktığımızda Müslüman ile Hıristiyanlar at başıdırlar. Hıristiyanlar yekpare bir yapıda değil. Ortodokslar ile Katolikler ayrı birer din ve kültür yapısına sahip. Bunun yanında Budistler, Paganlar ve Yahudiler yer alır. Yahudiler dünya nüfusunun bindelerinin altında. Böyle olmasına karşın bu bindelik dilime sahip olanlar etki bakımından çok büyük bir güce sahipler.
Müslümanlar, nüfus olarak büyük bir yüzdeye sahip olmalarına karşın, ne yazık ki çok az bir etkiye sahip. Büyük bir bölümü onların imkânlarından yararlanılmak için bir kenarda tutuluyorlar. Bunlar petrol ve yeraltı kaynakları güçlü olanlardır. Bunlar yeri geldiğinde istendiği gibi kullanılıyorlar. Varlıklarını ve konumlarını efendilerine borçludurlar.
Dünya coğrafyasının büyük bir kesimini oluşturan masumlar ise var ile yok arasındadırlar. Onlar olsa da olur olmasa da. Böyle bir izlenim var.
Müslümanlar yüz yıldır başsız konumundadırlar. Osmanlı Devleti çöktükten ve dağıldıktan sonra her topluluk küçük bir unsur ve etkisiz.
Türkiye, devlet olma geleneğine sahip ülkelerin başında geliyor bu coğrafyada. İran da öyle. İran mezhep konumu bakımından daha bir sınırlı imkâna sahip. Türkiye, büyük bir imkân birikimine sahip olmasına karşın, tutturduğu yol onu daha etkisiz kılıyor. Bunun başında İslam düşüncesinden tamamen uzaklaşmasına bağlı. Bu yapısıyla ne batılılar tarafından kabul ediliyor ne de İslâm coğrafyasında kendine yer bulabiliyor.
"Arap-Amerikan Baharı" sürecinden sonra, Türkiyenin çırpınışları, öne atılışları, iştahlı görünmesine karşın bir itibara sahip olduğu söylenemez. Dünya sofrasında Türkiyeye yer açılmaz. AB sürecini görüyoruz. Hep kapının dışında bekletilen bir çaresiz görünümünde.
Türkiye kendi kendisiyle de çelişiyor. Yapmak istemediği şeyleri istemeye istemeye yapmak durumunda kalıyor. Bu ise ona güçlü kılacak yerde daha da zayıflatıyor. Bunu Libya konusunda gördük. Bu sefer sıra Suriyeye gelince Türkiye öylesine iştahla atıldı ki!.. Gelişmelere baktığımızda, sanki Türkiye kendi kendine gelin güvey olmuş gibi. Egemenler, süreci istedikleri gibi yönetiyorlar. Türkiyenin inisiyatifinde ya da kontörlünde hiçbir şey yapılmak istenmiyor. Bir başka payanda ülkesi olan Katar, Türkiyeden daha önemli bir konuma sahip olabiliyor.
Buradan bakılınca, Türkiyenin biçilen rol ya da dünya sofrasındaki yeri, kaba bir deyimle "kıytırık". Egemenler istedikleri zaman kendilerine adam olarak seçtiklerinin iplerini çekebiliyor, ardından onun yerine bir yenisini yerleştirebiliyorlar. Bunun son örneği Katar.
Dünya sofrasını egemenler, emperyaller işgal etmişlerdir. Müslümanların burada bir etki alanı yok. Türkiyeye ise bu sofrada yer açılmak istenmiyor. Müslümanlara düşen, kendi sofralarını kurmaları. Orada söz sahibi olabilecekleri, etki alanını açabilecekleri bir hamleye bağlı.
Bütün yollar denenmiş durumda, hemen hiçbir sonuç alınamamış görünüyor. Elli yılı aşkın bir zamandır AB kapılarında süründürülen Türkiye bundan sonra bu kapıda ne kadar daha bekleyecek. Bu bekletiş, hem bir oyalama hem de Türkiyenin daha etkisiz kılınması anlamına geliyor.
Bu kirli sofrada yer almaktansa, orada ezinç olarak yaşamaktansa, başlatılmış olan hamlelere devam etmesi. Yoksa bu gidişle kötürüm bir hâl ile yaşanmaya devam eder.
Bakın ki, İsrail istediği zaman istediklerini yapıyor ve yaptırtıyor. Son olarak Gazze saldırısı, pervasızlığın bir göstergesi. Bu bile bir ölçü değil mi