Günlük hayatlarımız, karalanmış bir defter yaprağı gibi
şirazesinden koparılıp atılıyor. Ömür takviminden düşen her bir yaprak,
ömrümüzün izlerinin taşıyıcısı olacakken, ömrümüzün boşa gidenleri oluyor.
Kendi hayatlarımızdan çöplükler kuruyoruz adeta. İnsan büyüye büyüye örnekleşir
oysa. Her insan, büyüdükçe seçkinleşir. Biz bu sebeple büyüklerimize ihtiyar
deriz. İhtiyar, seçkin kişi demektir. İnancımızda da böyledir. İnsan büyüdükçe
uslanır, vakarı ve tevazuu artar. Haset, kin, nefret gibi ölümcül duygulardan
arınır. Yapıcı yönü daha işlevsel hâle gelir. Üzerimizden akıp giden zamana
karşın şükran ve minnet duygularımızın artacağı yerde, marazlı duygularımızın
çoğalması, içinde yaşadığımız topluma panikle baktırıyor. O kadar kıyıcı ve
haset duygularıyla doluyuz ki bu doluluk giderek önü alınmaz, çaresi bulunmaz
bir zehre dönüşüyor. Ufacık bir düğüm, birbirimizin boğazına sarılmak için
yetiyor. Körlüklerimiz var. Kardeşlerimize, dostlarımıza, eşimize, işimize,
ebeveynimize, kendimize, hülasa yaşadıklarımızın cemisine karşı körlüklerimiz
var. Bu körlük, kendisinden saymadığını yaftalayarak itibarsızlaştırmaya, onu
insanlıktan düşürmeye çalışıyor.
Ömür yolculuğunda baharları da görürüz, kışları da;
rahatlık zamanlarımız da vardır, zorluk zamanlarımız da. Bu inişli çıkışlı
yolculuğun tadı, yanımızda bir yoldaş olduğu zaman çıkar ya da biz, bir
başkasına yoldaş olabildiğimizde. Yoldaşlık dostluğun zeminidir. Ortak bir
görüşün payandası olan ayaklar, yoldaşlık için adımlar. Zamanla yoldaşlık,
dostluğa evrilir. Dostluk ortak olunmayan noktada bile yanında olmayı
becerebilmektir. Dostluk, aynı fikre sahip olmasan bile yaşadıkların ve
paylaştıkların hatırına farklılıklarını da sevebilmektir. Günümüzün her şeyi
kıymetsizleştiren tavırları, dostluk ekmeğine de sıçradı. Paylaşıla paylaşıla
bereketlenen dostluk ekmeği, dilim dilim edildi, incitildi. Bir anda, daha
doğru düzgün tanıyamadan gelişen dostluklar, bir kafenin masasında içilen
kahveler ile pekiştirilecek kadar seviyesizleştirildi. İçi dedikodularla dolu
muhabbet kisveleri, çay-kahve ile süslendi. Dostluğun yeri, konuşma ortamları,
sohbet odaları, masa başları mı olmalıydı Dostluk, imanın kaynadığı yerdir.
İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş
olamazsınız. diyen İnsanlığın İncisi, zulmettiğimiz dostluğa, dostluklarımıza,
dostluk kelimesinin her bir harfine yeniden tutunabilmek adına bizi ikaz
ediyor. Dostluk ile imanı aynı bocurgatın içinde çeviren şey ne ise, bu ikaza
kulak vermemizi sağlayan şey de o olmalı.
Kırıcı, uzaklaştırıcı, severken bir anda nefrete çevirici
dostluklarımızın temelinde birbirimizi tam manasıyla sevememe etkeni yatıyor.
Birbirimizi sevmeyi basit görüyoruz. Aramızdaki sevgiyi hafife alıyoruz.
Aramıza dikenler döşeyen bu hâl, tahammülümüzü eritiyor. Sabrımızı öfkeye
dönüştürüyor. Bugüne kadar sabrettim, ama yeter artık şeklinde başlayan
cümleleri kuruveriyoruz sonra. Oysa birbirine dost olanlar, birbirlerini
sevebildikleri gibi eleştirebilmelidirler. Dostumsa o ne yapsa haklıdır.
anlayışından uzaklaşmalıyız. Dostumuzun da hatalarının olabileceğini, ama
dostumuzun hatalarının aramıza mayınlı alan kuracağı anlamına gelmediğini de
anlamamız lazım. Aynı şekilde kendimizi de hatalardan müstağni görüp yalnızca
dostumuza yüklenmemeliyiz. Kelimeleri yara açmak için değil, hakikî muhabbetin
pınarından içebilmek için sürmeliyiz kulaklarımıza. Tersi bir durumda öfkenin
üstün geleceğini, birbirimizi sevmenin bedelini ağır ödeyeceğimizi bilmeliyiz.
Şöyle de okuyabiliriz bunu; iman edenlerin birbirlerini nedensiz sebeplerden
ötürü sevmemeleri, ördükleri kibir yüklü duvarın ardına saklanmaları, birbirini
sevememenin ağır bedeli olacaktır. Bir yanından tutunca birbirimizi sevmenin
ağır bedeli , diğer yanından tutunca birbirimizi sevememenin ağır bedeli...
Her iki durum da kaybetmemiz için iki karanlık yol.
Bir şiirde şöyle bir mısra yer alıyordu: Her şeyin kursu
verilmeli günümüzde/Daktilo, satranç, bilgisayar hatta ölümün bile Tıpkı bunun
gibi, dostluğun dersinin verildiği günlere geldik. Nasihatin fazla olduğu ama o
nasihati yaşamanın az olduğu günlerdeyiz. Kulakların doygunluğu, kalplerimizi
doyurmaya yetmiyor. Bireylerin kişisel olarak yaşadıkları tecrübeleri
aktarmaları, dostluğun anlaşılması için yeterli değil. Aktarılanları bir kitap
gibi okumamız, içimize sindirmemiz gerekiyor. Sabrın, sevginin, hilmin,
nezaketin, duyarlılığın, paylaşmanın, kardeşliğin, özverinin, yardımlaşmanın
hasadını elde edemediğimiz için bize kalan öfke, kibir, haset, gıybet,
kıskançlık, suizan oluyor. Evet, iyi seçilmemiş bir dost, çürük çıkabilir.
Çürük çıkan dosta söz kâr etmez, ama tavır iyi bir ikna edicidir. Tavrımız ve
duruşumuz dostumuzu ikna etmeye de yetmiyorsa, onun iyi olması için dua
etmeliyiz. Başkasının dostluğunu sorgulamadan önce, kendimizin nasıl bir dost
olduğunu sorgulamalı, kendimizi hesaba çekmeliyiz. Herkes çekip gidebilir, yarı
yolda bırakılabiliriz. Filhakika âdemoğlunun toplam ihanetini, yakın dostun
sana bir gecede temin edermiş. durumunu yaşayabiliriz. Şunu unutmayalım; bir
dost sandığımız vardır, bir de dost san-dıklarımız. Dost sandığı hazinemizdir.
İçinde tüm maneviyatımız gizlidir. Dost san-dıklarımız ise yanılgılarımızdır.
Adresimize yanlış gelen, okunmaması gereken mektuplar gibidir onlar. Ömür
imtihanımızı perçinleştirici, imanımızı muhkemleştirici âyetler gözüyle
bakmalıyız dost sandıklarımıza. Şimdi soralım kendimize: Dost sandığına müdahil
olabilenlerden miyiz, yoksa dost sanılanlardan mı