İnandığımız şeyi nedense genel geçer kabul ederiz. Gelenek de bu genel geçer doğru kabullerin toplamıdır. Bunu şedid hale getirdiğimizde töre elde ederiz.
Bir ailenin kurulmasından sürdürülmesine kadar hemen her şeyi esasında gelenekler çizer. Kız isteme merasimi, takı töreni düğün gibi. Bu adımları kimileri gönüllü olarak yaparken kimileri istemese de el âlem ne der diyerek yapmak durumunda kalır. Oysa yapmasa ne kaybedecektir ki?
Kimi şeylere artık inanmıyorum. Mesela dizilerin halka mesaj verme yetkisine. Şiddet gören bir kadın diziden fikir alacak kadar aciz olamaz. Aslında hiç kimse izlediği bir kurgudan akıl alacak denli aciz değildir. Diziler bize eğlence amaçlı sunulur. Mesaj kaygısı içermek zorunda mıdır? Böyle bir şey illa ki sorulacağından yapımcılar “biz şöyle bir amaçla yola çıktık” demek zorunda kalıyor gibi. Diziler gerçek hayat ile aslında olması hayal edilenlerin birleştirildiği eğlenceliklerdir. Burada gaye güzel bir iş sunmaksa ideal profiller çizilerek kötü karakterler ile savaştırılır. Her olanın akla uygun olması beklenemez lakin ağırlıklı olarak mantık çerçevesinde düzenlenen diziler belli bir kaliteyi elde eder.
İnsan otuz yaşına yaklaştıkça hayata dair tüm düşünceleri değişir. Rol model ile asıl olanı karıştırması mümkün değildir. Bunlar zamanla değişmiş de değildir. 1870’li yıllarda yazılan hikâyeleri günümüzle aynı dilde yakalayabilmek bunun bir göstergesi. Mutluluk dünya için gerçekçi bir kavram değildir. İnsanlar yaşamları boyunca bunun rolünü yaparak ilerlerler. Bir gün gerçeğe dönüşeceğini düşünmekten vazgeçmezler. Vazgeçtiklerinde ise dışarının bunu kavramasını istemezler ve rollerini sürdürürler.
Kadın daima zayıf narin ve korunmaya muhtaç bir varlık olarak zihinde yer edinir. Buna karşılık olarak da yürekli gözü kara güçlü bir karakter olarak da erkek çizilir. Bu olması gereken olduğundan izleyicileri hoşnut edeceğinden böyle çizilir ve anlatılır. Yoksa kimse bir diziden ders çıkartacak değildir.
En basit örneği şöyle verebiliriz: İlkokulda, lisede dört işlemi öğrenmemiş bir öğrenciye üniversite sıralarında dört işlemi öğretemezsiniz. Yani kimi kazanımlar için ta çocukluk yıllarına dönmek gerekir ki bunun imkânı yoktur. Karakter oluşumu da tıpkı bu örnekteki gibi yıllara dağılır. Şiddet nefret veya sevgi çocuğun öğrendiği duygulardır. Duygulara hâkim olmak kendini denetlemek yani bir hayvandan farklı olarak içgüdüsel davranamayacağının bilinci ta çocukluk döneminden öğreneceği disiplinlerdir. Her istediği alınmayan çocuk ilk tepki olarak ağlasa da zamanla anlamaya başlayacaktır ki ailesi yeterli maddi imkana sahip değil ve tüm dünyayı elde edemez. O sadece payına düşeni alabilir hatta belki daha azını. Bu şekilde kanaat etmeyi öğrenir. Sonra gençlik yıllarında içinden geleni fütursuzca yapamayacağını çünkü karşı cinse ve kendisine dair var olan saygıyı kaybetmek istemeyeceğini her şeyin bir vakti olduğunu ve gençlikte enerjisini farklı alanlara yaymayı öğrenir. Her şeyin bir vakti vardır ve her şey vaktinde güzeldir. Doyumsuz çocuk şiddete meyilli bir birey olur. Doyumu öğrenmek de kanaat etmeyi öğrenmekten geçer.
Elde ettiklerini paylaşabilen çocuklar bencil olmamayı öğrenir. Yardımsever bir ruha sahip çocuklar alay etmemeyi öğrenir. Çünkü düşene gülünmez el uzatılır.
Kısacası diziler anlık rüyalara benzer. O rüyada ya mutlu olur ya hüzünleniriz ancak dizi bittiğinde günlük hayatımız kaldığı yerden devam edip gider. Endişeye mahal yok.