Dıştan İçe

Abone Ol

23-Ramazan ve Mekân

İnsanın çağın hızına yetişme telaşı her şeyi daha da hızlandırırken, günlük telâşeler içerisinde bir çeşit kayıp yaşar. Bunu istisnai olarak ramazan bir miktar firenler ama son zamanlarda neredeyse o da hızın ve o telaşın bir parçası haline gelmiş, bir şekilde ritüele dönmüştü. Bunu şu karantina vesilesi ile her şeyin durduğu, insanın bir durak olarak kendine kaldığı şu zor günlerde daha yakından tefekkür ediyoruz. Çünkü insanın hafızası gürültüden, debdebeden sıyrılınca daha berrak bir şekilde ışıldıyor. Tıpkı gökyüzünün bu kadar berrak olduğu uzun zamandır vaki olmamış metropollerdeki hava temizliği gibi. Sezai Karakoç’un o güzel tasviri ile: “Oruç, bu ümmete bağışlanmış; sağı ölüden, diriyi cansızdan ayıran, fark ettiren kutlu bir nimet ve emanettir.” Ramazan’ı ve orucu idrak etmeye ve anlamaya başlıyoruz. Emanetin önemini idrak ediyoruz. İnsanın hafızası etrafındaki çeper biraz aralanınca her şey daha berrak bir hâl alıyor.

İnsanın hafızasında en önemli köşe taşlarından birini mekân algısı oluşturur. Bu haliyle hem insan mekâna dokunur hem de mekân insana dokunur. Birbirlerini şekillendirirler. Hacı Bayram-ı Veli'nin nezih ifadesi ile söylersek: “Ol şârı yapan insan, taş u toprak arasında kendi dahi inşa olur.” Ramazan da bir çeşit mekân ile kendini gösterir. İster bu insanın davranışları olsun isterse konakladığı haneler, sokaklar, mescitler ve buralardan husule gelen muhabbetler de olsun.  Bu Ramazan’ın belki de zihinlerde en çok yer bulacak mahalli, mekânı evlerde izole bir şekilde geçiyor oluşu olacaktır.

Sofraların küçüldüğü, “misafir”den yoksun kaldığı bir Ramazan olarak hatırlanacak ve hiçbir mekânın tamamlayıcısı olmayacak gibi. Sokaklardan, caddelerden Ramazan’ın elini çektiği bir yerde onu bütünleyen teravihlerin, mukabele okumalarının eksikliğini hangi davul veya mani doldurabilir ki. Neyse ki gökyüzünün görünüşüne elverişli yerlerde hilalin seyri mümkün de Ramazan ile ilgili bir içsel iz bırakıyor. Mekânlardan taşan muhabbetler artık sanal ortamlarda cereyan etse de temas etmeden insan nasıl yaşayabilir ki? İşin tek tesellisi var insanın kendini dinleyebildiği bir imkân sunuyor. Yani dış mekânlardan iç mekâna dönmeye ve içeride elverişli bir yolculuğa davet ediyor. Ramazan bir şekilde mekân demek peki biz hangi mekândayız?

24-Haberler Bize Ne Söyler?

“Bir gazete haberi:

‘İdam mahkûmları, son öğünlerinde

ekşi ya da tatlı fasulye arasında

özgürce tercih yapabilecekler.’

Çünkü haklarında gereği düşünülmüştür. Bizler de, servis edilecek günün haberi bir yerlerde patlayan bir bomba mı yoksa bir kızak yarışı mı olsun, bunu seçmekte özgürüz. Çünkü bu özgür tercihi yapacak bizler hakkında, çünkü özgür seçimimiz hakkında gereği düşünülmüştür. Öyle ki, radyo ya da televizyon tüketicisi olarak seçimimizi yapmamız: Yani dünyayı yaşayıp algılamak yerine onun görüntüleriyle beslenmeye mahkûm varlıklar olarak, başka bir şeyi, bizzat tercih özgürlüğünün başka türlerini dahi neredeyse hiç istemeyecek olmamız, bazılarını artık aklımıza dahi getiremeyecek olmamız - bunun hükmü çoktan verilmiştir.” (Günther Andres, İnsanın Eskimişliği 1. cilt, İthaki Yay.)

Kitabın en başında geçen şu satırları okuyunca, kitabı kapatıp usulca kenara çekildim. Elbette bu karşılaştığım ilk bu minvaldeki düşünce değildi ama derinlikli bir pencere etkisi yarattı. Yaşadığımız dünyanın kurgusallığına dair çok güzel bir örnek içeriyor. Özgürce yaptığın tercihler acaba neler? Neleri gerçekten seçtiğini düşünüyorsun. İki kapı arasında bırakılmış olmak bir tercih, gerçek manada bir irade beyanı mıdır? Özgürce yaptığımız seçimlerimiz bizi ne kadar yansıtıyor. Özgürlüğümüzün görüntüsü içinden geçmek zorunda olduğumuz iki yoldan hangisine düşeceğimizi tercih edebilmiş olmamız mı yoksa bu lütuf’a erişebiliyor oluşumuz mu? Sizce hangisi?

25-“Zaten”

“Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız

ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla

düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz

siz gidin artık

düşman dağıldı dedikleri bir anda

anlaşılıyor

baştan beri bütün yenik düşenlerle

aynı kışlaktaymışız” (Sebebi Telif-İsmet Özel)

Bu şiir ne çok yarayı sarar, ne çok yaraya tuz basar. Başkaları deyince de akla ilk bu dizeler gelir, en azından benim için öyle. Yaşamak sancılı bir iştir ve yaşamak şairin olduğu kadar yaşayan insanın da umurundadır. Yaşamak için bize çizilen kalıba uymuyorsak kalıbı mı bize tercih edecekler yoksa bizi kalıpların dışında en yalın halimizle mi kabul edecekler. Hem kabul etmeseler n’olur? Başkalarının düşünceleri ile şekilleniyor hayatımız oysa ne çabuk kabul ediyoruz bize biçilen yeri, gerçi aksi takdirde ayrıksı bir otmuş gibi muameleye tabi tutulmak da var ama olsun bir ömrü yaşamadan, yanılmadan tekrar tekrar yaralanmadan yaşamaya değer mi?

Kimin umurundadır ki içindeki hercai çocuğun yaşama telaşı senden başka, o zaman bırak yaşasın yaşamayı istediği kadar. Zaten hayatında o başkaları hep, yanağının kenarına bir küçük mahcup tebessüm bile konsa ondan nem kapacaklardır. Yaşamanın doğasına karşıdırlar. İsterler ki hayat hep somurtkan yüzü ile muamelede bulunsun. Ne yazık çoğunlukla dikkate alınır ve içindeki o hercai çocuk yavaş yavaş iğdiş edilir ve o biçilen kalıbın içerisine sokulur. “Zaten” derler başka bir şey de diyemezler. Çünkü onlar için hep bellidir ve her zaman haklı çıkmak için “zaten” diyebilmekten başka elverişli bir kelimeleri yoktur. Ne bilecekler yüreğindekini? Oysa yüreğim “bazlama açan kadınların sevda türküsü” diyorsun. Toprağa, tandıra ve emeğe bir de ekine, hasada bu kadar yakın bir yerde duruyorsun.

O zaman “zaten”lerin içerisinden geç, git… Eskilerin deyimi ile “yolda yuvarlanacaksın ki toparlanabilesin.” Zaten, yaşamak umurumuzda değilse nerededir? Hoşça bakın zatınıza…