'Diş Kirası'

Abone Ol

Osmanlı dan göz yaşartan bir insanlık hareketi

Bizim şu an şuursuzca ayak bastığımız bu topraklarda

yaşayan atamızın Ramazan aylarında uyguladığı geleneklerden biri bugün hemen

hemen hiç kimse tarafından bilinmeyen ve zengin tarafından fakire sunulan

dünyanın en zarif yardım metodudur ve adı da eskilerin Müzd-i Dendan

dedikleri DİŞ KİRASI dır.

Ah Nerede o eski ramazanlar deyişinizi duyar gibiyim.

Yaşı kemale ermiş herkes aynı şeyi söyler; Bizim zamanımızda Ramazanlar bir başka

yaşanırdı doğruluk payı olmakla birlikte romantik duyguların bir ifadesi olan

bu söz, bugünler için söylenmese, söylenemese gerek.

Camilerde mukabele okunmasına Ramazan dan on beş gün önce

başlanırdı. Bazıları da sabah namazlarını büyük camilerde kılmayı adet

ettiklerinden semtlere göre Ayasofya Sultanahmet, Beyazıt Süleymaniye

Fatih Eyüp, Üsküdar camilerine giderlerdi.1

Osmanlı kültüründe farz olan Ramazan ibadeti, eğlence ile

süslenmiş ve insanlara dini bir dayatma gibi değil de keyifli bir faaliyet gibi

sunulmuştur. Bizim şu an şuursuzca ayak bastığımız bu topraklarda yaşayan

atamızın Ramazan aylarında uyguladığı geleneklerden biri bugün hemen hemen hiç

kimse tarafından bilinmeyen ve zengin tarafından fakire sunulan dünyanın en

zarif yardım metodudur ve adı da eskilerin Müzd-i Dendan dedikleri DİŞ

KİRASI dır. Osmanlı döneminde zengin köşk veya konaklarda iftara davet edilen

misafirlerin yanında fakir halk içinde sofralar hazırlanır, çat kapı gelen

Allah misafiri geri çevrilmez, içeriye alınırdı.

İftarın verildiği köşk veya konak ziyafet evi halini

alırdı, iftar sofralarında deyim yerindeyse kuş sütü hariç her şey bulunurdu.

Misafirler iftarını yapıp teraviye gitmek üzereyken hane sahibi tarafından

kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı

ağızlıklar, gümüş yüzükler, misafirlere hediye edilirdi. Misafirlere verilen

hediyelere diş kirası denirdi. Fakir fukaraya ise hane sahibinin zenginliği ve

cömertliğine bağlı olarak içinde gümüş akçe veya altın paralar bir kadife kese

içerisinde diş kirası olarak verilirdi. Yemeğini bitirenler diş kiralarını

aldıktan sonra Kesenize bereket , Allah daha çok versin , Ziyade olsun gibi

dualarla konaktan ayrılırlardı. Diş kirası denilen bu hediyenin zarif

gerekçesi, davetlilerin o gece zahmet edip gelerek hane sahibinin sevap

kazanmasına vesile olması olarak tanımlanabilir. Tabii işin aslı, bu vesile ile

muhtaçlara yardımda bulunmak onları sevindirmektir.

Fatih dönemi sadrazamlarından Mahmut Paşa, tarihte

bilinen davetleri ve diş kirası hediyeleri ile ün yapmış, bu konuda çok güzel

örnek olmuştur. Mahmut Paşa, Ramazan ayı geldiğinde kesenin ağzını açar.

Konağında verdiği iftar ziyafetleri dillere destandır. Ayrıca, Paşanın

sofrasında oruç açanlar, diş kirasına ilaveten her akşam mutlaka ikram edilen

nohutlu pilavın gelmesini dört gözle beklerdi. Dişlerine takılma ihtimali olan

sert bir sahte nohut yakalama ümidiyle. (Dişlerin kırılma riski dikkate

alınmadan) Enteresan ilginç bir konu da sahte nohut hikâyesidir. Çünkü Paşa, kazanlarda

pilav pişirilirken pilavın içine nohut biçimi verilmiş altınlar atarmış.2  Fatih Sultan Mehmed devrinden daha önce de

görülen bu gelenek, bu dönemden sonra kurumsallaşmış ve ilerleyen zamanlarda

devletin önde gelenleri arasında da Ramazan sofraları ve diş kirası bir Ramazan

klasiği halini almıştır. Tıpkı bugünkü belediyelerin bir şov malzemesi olan ve

büyük meydanlara reklam panoları ile birlikte kurulan Ramazan çadırı şeklinde

dev sinilerde ama vâkur ve mütevazı bir eda ile reklam yapmak değil hayır

yapmak arzusu ile halka açık iftarlar verilirdi. 19. asırda bilhassa Sultan

Abdülmecid ve Abdülaziz in saltanat yıllarında zenginlerin diş kirası vermesi

usulünün devam ettiğini, Sultan II. Abdülhâmid zamanında ise, bunu daha ziyade

fakirlere tahsis edildiğinden, Balıkhâne Nazırı Ali Rıza Bey hatıralarında

bahsetmektedir.3

Bütün bu gizli sadaka verme duygusu ile yapılan ziyafet

güzellemesinin ardından ev sahibi ikram etmenin ve misafir ağırlamanın

sevabıyla mutlu olurdu. Fakat ona bu mutluluğu onun evine gelen misafir

yaşatmıştır. Misafir olan fakir, ev sahibi olan zenginin pek de güzel olmayan

yemeğini yemiştir. Çenesi yorulmuştur. Üstelik çekilmez sohbetine de

katlanmıştır. İkramın sahibi olan Ev sahibi sevap kazansın diye misafir pek

çok eziyet çekmiştir, dişi yıpranmıştır Yedirilip içirilen söz konusu bu fakir

fukaraya bir miktar da para verilmek istenir, fakat harçlık ya da sadaka

veriliyormuş gibi olmasın, verilen kişi rencide olmasın diye ağırlama faslı

bittiğinde misafir ayrılmak üzereyken, kapıda kendisine küçük bir hediye kesesi

verilir, Efendim, zahmet buyurdunuz, ikramımızı kabul ettiniz, evimize şeref

ve bereket verdiniz, acizane bunu dişinizin kirası olarak kabul ediniz

denirdi.

Diş kirası sadaka olarak da verilirdi ama bunun sadaka

olduğu belirtilmeden. Böylece diş kirasını yani sadakayı alan eziklik duymazdı.

Böylece diğer insanların yanında incitilmemiş olurdu.

Zarafetin, letafetin, estetiğin, keyfiyetin, kemiyetin,

insanlığın zirvelerde yaşandığı ve Kaf dağının ardındaymışçasına günümüz

kapitalizm ve materyalizmine uzak olan bu cennetimsi hayatı ve zamanları

Abdülbaki Gölpınarlı ne de güzel anlatmış Dün ve Bugün isimli yazısında.

Anlatmaya çalıştığım o eski Ramazanları yaşamayan ancak duyduğunu ve gördüğünü

sizlere aktarmakla iktifa eden ben, sözü sözün sahibine ve o günleri bizzat

yaşayan gözleri ile bu güzelliklere şahitlik yapan Abdülbaki Gölpınarlı ya

bırakıyorum;

Dün Ve Bugün

Bir çeşit yol tarifi vardı bir çeşit ev tarifi; oraya

vardın mı sağ dön solda bir bostan göreceksin doğruca git gene solda köşk

önünde koca asırlık bir çınar ağacı cumbalı saray yavrusu bir konak, sağda az

meyilli bir yokuş, vur o yokuşa aşağı yukarı 200 adım ötede sağda bahçesinde

salkım söğüt küçük bir kuş yuvası gibi ahşap ev, 14 numara karşısında küçücük

bir bakkal var, bakkal İbrahim efendi İşte o ev Selvinaz kalfanın evi.

Bir çeşit gidiş vardı bir çeşit dosta gidiş, yanları açık

tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz, yanınızda torununuz,

önünüzde damat bey, yaya bir saatte varılacak yola sağı solu seyrede ede yarım

saatte varırdınız. Arabaya binerken arabacı yerinden iner yardıma müheyya

dururdu varacağınız yere varınca duur dediniz mi yine durur hemen yerinden

atlar önünü kavuşturur hizmete amade bir hal alır gerekirse tutunmanız için elini

değil kolunu uzatır parasını alınca da teşekkürler eder hayırlar dilerdi.

Bir çeşit hitap vardı bir çeşit söz söyleyiş, kadına

hanımefendi denirdi, erkeğe beyefendi, yaşlıca ve sakallı zata efendi

hazretleri, erkeğe paşam diyenler bulunurdu ama bunlar ekalliyetlerdi yani

azınlıklar. Seyyar satıcıların sesleri besteliydi, sözleri ezgili ürküten can

alan uyuyanı uyandıran ses yoktu.

Ezan namaz kılmayana bile bir ruh sükunu idi, bir nağme

vakfesi, bir huşu anı sabah salası. Sabah ezanı sabadan, öğle, ikindi, yatsı

ezanları önce hazırlanmış vekablardan, akşam ezanının ise bambaşka bir ahengi

bambaşka bir okunuş tarzı var.

Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit

içtimai toplantı yeriydi orası Mahallenin. Her sabah işine gidenler oraya

uğrarlardı. Herkes birbiriyle bir kere daha görüşürdü hasta yoksul hayaliyle,

kimsesiz kadının haline orada çareler aranırdı bulunurdu. Doktor yollanırdı

ilaç alınırdı, kömür gönderilirdi, para toplanırdı, bunlar yollanır

gönderilirken de yollayanlar gönderenler söylenmez yardım edenler

bildirilmezdi. Akrabanızdan biri gönderdi ismini hatırlayamıyoruz denirdi.

Bir çeşit külhanbeylik vardı bir çeşit emniyet kolu,

mahallenin namusundan mesul sayardı kendilerini bunlar. Mahallenin bekçisine,

karakoluna yardımcıydılar. Bunlar yüzünden mahalle emindi, rahattı. Bunlar

yüzünden uykuda rahatsız olmazdı kimse. Uyuyan uyanacağı saatte uyanırdı,

geçinirdi mahalleliden bunlar. Ellerinden bir kaza çıkarsa hapishanede

mahalleli yardımcıydı bunlara. Boğaz, Göksu, Haliç, Kağıthane, Kıyılardaki

yalılar, oralardaki musiki alemleri, hanım iğnesi kayıklar, nağmeler, elemler,

emeller bütün bunlar ne söze sığar ne yazıya gelir Dostluk vardı, vefa vardı,

söz vardı, öz vardı, sükun vardı, rahat vardı, ruh vardı, huzur vardı, feyiz

vardı, zevk vardı, neşe vardı, edep vardı, can vardı, canan vardı, hicran

vardı, aşk vardı

Şimdi yolu sormayın, bilen yok ki. Evler burunsuz dümdüz

yüzlü hepside birbirinin aynı tanınmaz ki. Yağmur, hele kar yağmaya görsün,

güzel havada bile bulunmayan dolmuş hatta taksi nereden bulunacak Şoför

arkadaş sakallıya baba, amca , gence abi diyor, kadına artık ba(ğ)yan

demeyi de unutmuş teyze, yenge, abla diye hitap ediyor. Kızarsa ihtiyar,

erkeğe moruk, kadına cadı diye bağırıyor. Vapurda boş yer yok belli yer

kalmamış, babadan bizimki, anadan koca karı diye söz ediyor genç. Ulan ve

bundan da bayağı sözler birbirlerine tabii hitapları. Bir şey konuşulurken

ııııığ, ııııığ, ııııığ diye inilti bir adet olmuş, yirmi sözlü bir cümlede en

az on kere tamam mı demek tabii bir söz söyleyişiymiş. Ezan artık inanana

Aziz Allah dedirtmiyor, adamı ürkütüyor La havle dedirtiyor. seyyar

satıcıların sesleri canından bezdiriyor adamı. Mahalle kahvesi hiç kalmadı.

Külhanbeylik haraççılık olmuş, hizmetçi ev sahibine düşman, geceyle gündüz

belli değil, yollar pislikle dolu, apartmanlarda oturanlar birbirlerini

tanımıyor hatta birbirlerine düşman, her gün bir olayla dertli, elektrik muma,

gaz lambasına muhtaç ediyor adamı. Ağaçlar kesilmekte, çeşmeler musluksuz. Ormanlar

yanıyor, kalan çeşmelerin kitabeleri aynaları kırılmayı bekleyen boynu bükük

zavallılar. Seyyar satıcı pazarı çiğ renkli kilimlerle örtülü gözleri

zedeliyor, pislik birikintileri ayakları kaydırmada, biber, et, soğan kokuları

buram buram, borazanlı satıcıların sesleri kulakları tırmalıyor, ve bu

meydanlıktan çıkmış meydanın sonunda irfan merkezimiz: Üniversite

Müzik bağışlayın p..çleşmiş, ne doğulu ne batılı, fakat

şu muhakkak ki bizim değil, değil, değil ve değil ve pek çok deli zır deli ve

biz bu ülkede artık garibiz, ihya olur gurbet vatan veya vatan gurbetlenir.

Bütün bunlar benliğimizi kaybetmekten meydana gelmiş, benliğini kaybeden

varlığını bulamaz, gününü bilmeyen bu gününü anlayamaz, bu gününü anlamayan

yarınına hazırlanamaz. Milliyet evdir, yapıdır, temeldir, şekildir, binadır,

maddedir, havadır, sudur Hayal değil ve bir millet kendi varlığından çıkarsa

başka varlıkları görüp aşağılık duygusuna kapılır ve bugünkü hale gelir

Üstadın ruhuna sağlık. Mekanı cennet olsun.

Bu haftaki yazımıza konu olan ve yardımlaşmanın

zarafetteki zirve taşı DİŞ KİRASI adeti günümüzde unutulmuş ancak geçmişte

önemli bir yeri olan bence yaşatılması gerekli olan bir gelenektir. Osmanlı

kültürü içinde ortaya çıkmış olan bu gelenek, 20. Yüzyılın başlarına kadar devam

etmiş; zenginler, evlerinde ağırladıkları yüzlerce davetliye zengin-fakir

demeden diş kirası vermiştir. Buradan da görüleceği üzere ecdadımız

misafirperverlikte, kibarlıkta, kültür ve sanatta ne kadar ileridir ve manevi

değerlerine sahip çıkmıştır. Fakat bizler günümüzde manevi değerlerimize sahip

çıkmıyoruz ve zamanla bu tür adetler yok olup gidiyor.

Vesselam

KAYNAKLAR:

1) Dünyabülteni nde konu ile ilgili yayınlanan makaleden.

2)  Nizamettin

BİBER in konu ile ilgili makalesinden.

3)  Balıkhane

Nazırı Ali Rıza Bey,  Eski Zamanlarda

İstanbul Hayatı, İstanbul 2001