Direnişin anatomisi: Kontrollü öfke

Abone Ol

Gazze’deki insanlık dramı karşısında duyarsız kalamayan insanlar olarak yıllardır eylemler yapıyor, boykot çağrılarında bulunuyor, basın açıklamaları okuyoruz. Sosyal medyanın fevkalade gücünü kullanabilmek adına hashtag çalışmaları düzenliyor, toplumsal bilinci güçlendirmek amacıyla kermes çadırları kuruyoruz. Yaptığımız bu ve benzeri tüm çalışmaları yalnızca 7 Ekim'de başlayan bir saldırının değil, 1897’de toplanan Birinci Siyonist Kongre’den, hatta ondan da öncesine uzanan ve Filistin topraklarında sömürgeci bir düzen kurmayı hedefleyen sistematik Siyonist vahşetin bir sonucu olarak görüyoruz. Bu nedenle yürüttüğümüz tüm faaliyetleri, yüzyıllardır süregelen bu zulme karşı kolektif bir bilinç inşa etmek ve insanlık onurunu savunmak amacıyla gerçekleştiriyoruz.

Ancak bunca çabaya rağmen yerimizden doğrulup önümüze baktığımızda, Filistinlilerin acılarının dinmediğini; tam tersine, üç aylık bir bebeğin de altmış yaşındaki bir babanın da açlıktan ölebildiğini görüyoruz.

Bu noktada artık şu soruyu cesaretle sormalıyız: Tepkilerimiz ne kadar sahici, ne kadar etkili? Zira karşımızdaki manzara, her geçen gün artan bir insani felakete rağmen değişmeyen bir refleks kalıbına işaret ediyor: Aynı döngüler, aynı çağrılar, aynı sonuçsuzluk... Sosyal medya kampanyalarımız, kermeslerimiz, protestolarımız; artık dünyayı tahakküm altına almış Siyonist sistem tarafından öngörülebilen, hatta onun denge mekanizmasının bir parçası hâline gelmiş tepkilere dönüşmüş durumda.

Öyle ki bir yandan meydanlarda öfke haykırırken, öte yandan limanlarımızdan İsrail’e ticaret gemileri kalkabiliyor. Bir yanda boykot çağrıları yapılırken, diğer yanda petrol akışı hiçbir aksama yaşamadan devam edebiliyor. İsrail’in başbakanı, Arap liderleri koltuklarıyla tehdit edebiliyor; çünkü sistemin çarkları dönüyor, direnişimiz ise vitrinlik birer sembole dönüşüyor. 15 genç, İsrail’e mal taşımak üzere Türkiye’ye yanaşan Kathrin gemisini protesto ettiğinde gözaltına alınabiliyor. Yapılan faaliyetlerin sahada somut bir sonuç vermediği gerçeği karşımızda dimdik duruyor.

Tüm eylemlerimiz başlangıçta bir bilinç uyandırma aracıydı. Mesela boykot konusunda “Bu ürünü alırsan, şu çocuğun ölümüne katkıda bulunmuş olursun” diyerek insanların gündelik alışkanlıklarını sorgulattı. Ancak zamanla bu mübarek direnişin, yerini sistematik bir etkisizliğe bırakması ihtimaliyle karşı karşıyayız. Bu durum da beraberinde aklımızda pek çok soru doğuruyor:

·         Tüm bu çabamız, bir direniş biçimi olmaktan çıkıp Müslümanların öfkesini soğutmak için Siyonist sistemin sunduğu kontrollü bir tahliye vanasına mı dönüştü? Tepkilerimiz büyük ama etkimiz küçük kaldıysa, burada bir problem yok mu?

·         Tüm İslam âleminden İsrail’e hâlâ gemiler gidiyor. Petrol, ticaret, teknoloji akışı devam ediyor. Diplomaside ciddi bir kopuş yaşanmış değil. Biz ise market raflarında ürün etiketi kovalamaya devam ediyoruz. Peki bu çelişkiyi kim açıklayacak? Biz kimiz ve kime karşı direniyoruz?

Ya yaptığımız direnişin kendisi bir temsile indirgenmiş, bir “ritüel” hâlini almışsa? Çünkü gerçek direniş, sistemin rahatını kaçırır. Oysa bizimkisi, sistemin öngördüğü sınırlar içerisinde kalan, risk taşımayan, yönlendirilmiş bir tepkisellikten ibaret kalıyor. Bu noktada şu soruyu sormak kaçınılmaz hâle geliyor: Biz ne yapıyoruz?

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile irtibatını kesmiş olur.”
Âl-i İmrân, 3/28

Buradaki dostluk, sadece bireysel münasebetleri değil, siyasi ve ekonomik iş birliklerini de içine alır. Eğer bu ayetle amel edilecekse, yalnızca bireysel tüketimden değil, devletler düzeyindeki iş birliklerinden de vazgeçmek gerekir. Ancak bugün realiteye baktığımızda, İsrail ile hem siyasi hem de ekonomik ilişkiler hiç kesintiye uğramamıştır. Tüm bu çalışmalarımız, tabanda bir bilinç oluşturmak yerine, sistemin üzerimize bıraktığı “kontrollü öfke alanına” dönüşmeye başlamıştır.

Bu noktada son derece riskli bir ihtimal de mevcuttur: İsrail, eylemlerimizi bir "ahlaki zafer" değil, "stratejik bir oyun" gibi kullanıyor olabilir. “Bakın, Müslümanlar yine boykot yapıyor. Yani başka bir şey yapamayacaklarını kabul ediyorlar” mesajı mevcut olabilir. Bu da İsrail’in kendine olan güvenini artırıyor.

Sözgelimi durum muhtemelen aynı şekilde işlemeye devam edecektir. Çünkü sistemin merkezine dokunmuyoruz. Teoriyi iyi yönetiyoruz ama devletlerin İsrail’e verdiği stratejik desteği sonlandırmak bir yana, İsrail’den izin almadan içeriye bir yardım kolisi dahi sokamıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’de bu gibi durumlarda ikiyüzlülüğe dikkat çekilerek şöyle buyrulmuştur:

“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?”
(Saff, 61/2)

Eylemlerimizle sözlerimiz arasında tutarsızlık varsa, bu çelişki yalnızca bizi değil, zulme uğrayan kardeşlerimizi de yaralamaktadır.

Artık somut hareket ve fiili adım aşamasının gelip çattığının farkında olmalıyız. Eğer Gazze’deki zulme gerçekten karşıysak, sadece market raflarını değil, diplomatik ve ekonomik ilişkileri de sorgulamak zorundayız. Aksi takdirde ortaya koyduğumuz direniş, yalnızca bir sahne aksesuarına dönüşür; yaptığımız boykot, vicdanlarımızı uyutmak için kullanılan bir araç hâline gelir.

“Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle; buna da gücü yetmezse kalbiyle… Bu da imanın en zayıf derecesidir.”
(Müslim, İman, 78)

Bugün “el” ile müdahale etmesi gerekenler eliyle ticaret yaparken, “dil” ile tepkisini gösterenler susturulmakta, “kalbiyle buğzeden” ise artık bunu bile hissedemez hâle gelmektedir. Direniş, sadece duygusal bir gösteri değil; siyasal, ekonomik ve ahlâkî bir duruştur. Boykot varsa, arkasında kararlı ve bütüncül bir irade de olmalıdır. Aksi hâlde bu, sadece bir “vicdan gösterisi” olarak kalacaktır.

Sonuç olarak Gazze için üzülmek, öfkelenmek, boykot etmek... Bunların hepsi önemli, kıymetli ve gereklidir. Ancak artık çok net bir biçimde biliyoruz ki, bunlar tek başına yeterli değildir. Vicdanî duyarlılık ve ahlâkî tepki, direnişin ilk adımı olabilir; fakat orada durduğunda yalnızca geçici bir iç rahatlamaya dönüşür. Direniş, sadece tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmekle sınırlanamaz. Sloganlarla, etiket kampanyalarıyla, haftalık protesto nöbetleriyle zulmün köküne inilemez.

Gerçek direniş, sistemin işleyişini sorgulamakla başlar. Ekonomik çıkarları, diplomatik dengeleri, stratejik ittifakları masaya yatırmadan, yalnızca bireysel çabalarla bir değişim beklemek saflık olur. Çünkü karşımızdaki zulüm düzeni, bireysel duyarlılığı dengeleyen, hatta kontrol eden küresel bir sistem üzerine kuruludur.

Bu yüzden Gazze için atılacak her adım bireysel değil; kolektif, kurumsal ve bütüncül olmalıdır. Sadece tüketim değil, üretim, ticaret, siyaset, medya, hukuk ve eğitim politikaları da bu bilinçle yeniden şekillenmelidir. Aksi takdirde yaptığımız her şey, yalnızca zulmün üzerini örtemeyen, fakat kendi vicdanımıza sürdüğümüz bir pansuman olmaktan öteye geçemez.

Eğer Filistin’i gerçekten savunmak istiyorsak, kendimize şu soruyu dürüstçe sormalıyız:
Sadece öfkelenmekle yetinen değil; öfkesini bir iradeye, iradesini ise bir sisteme dönüştürebilen bir ümmet olmaya talip miyiz?