DiNLEYENiMiZ ÇOK, MARKO PAŞAMIZ YOK!

Abone Ol

DiNLEYENiMiZ ÇOK, MARKO PAŞA’MIZ YOK!

Kaldırımlarda yürürken, otobüste, tramvayda, metrobüste dinlemek zorunda kaldığınız frekansı yüksek telefon konuşmalarında şu kelimeleri sık sık duymaz mısınız

– Beni dinlemiyorsun!

– Beni dinlemediniz ki...

–Sen beni dinle.

Dinlenmemekten bu kadar şikayetçi olan başka ülke insanları var mı bilmem

Hal böyle iken, gazetelere medyaya bakarsanız, onlar da herkesin dinlenildiğini yazıyorlar her gün.

Arada bir uyuşturucu kuryelerine sipariş verenleri de toplamıyorlar mı, delilli ispatlı oluyor bu dinleme işi.

“Bu millet dinlenmeli kardeş” diyen memure hanıma, iki saattir bankosunda bekleyen vatandaş cevap veriyor.

“Sene 360 gün. Siz bayramdı, resmi tatildi derken 150 gün ancak çalışıyorsunuz. 30 gün de tatiliniz var. Daha hangi dinlenmeden bahsediyorsunuz

Masa komşusuyla sohbetinin arasına giren bu vatandaşa içinden kızıyor o memure hanım. Elindeki evrakı inceler gibi yaparken gerekçeler üretiyor o kızgınlığına.

“Aslında senin gibiler dinlenmeli. Bir devlet memuruyla böyle konuştuğu tespit edildiğinde de, yasaklanmalı resmi dairelere girişi...”

Uzandığım kanepede, dinlenmek herkesin hakkıdır diye düşünen kafamın diğer düşüncelerine ulaşmaya çalışırken, büyük oğlum görünüyor kapıdan.

– Baba, beni dinler misin

Şimdiye kadar dinlediklerimden bilirim ve döner bir cümle söylerim.

– Cüzdan orada. İhtiyacını al.

Yani insanlar dinlenilmeden de ulaşabiliyorlarmış istediklerine, bir örnektir bu bizim hayatımız. Gerçi evin hanımının, hem istediğini alması, hem de konuşmasını hiç kesmemesi bu misale girmez ama...

Madem ki, bir işim yok. Milletimin derdini dinleyeyim de çare olmaya hazırlayayım kendimi, diyerek kurmuştum evin en küçük odasına teşkilatımı. Böceklerim sağolsun.

İstiyordum ki, küçük sıkıntılarını anlatarak yardım isteyenlere, hayır hasenat derneklerini filan yönlendirecektim. Ne gezer...

Küçük sıkıntı mı yok Küçük sıkıntıların mı ebatları değişti

– Efendim, şu bizim liman işi vardı. Bir ucuna da rafineri yapacaktık hani...

– Hatırladım evet...

– Bir himmet etseniz de...

– Himmeti siz edeceksiniz... Biz fişini yazacağız... Sonra duasını ederiz...

Bak burası güzel. Yani kayıt dışılık yok. Fişi hemen kesiliyor. Bir himmet, bir fiş hesabı ne güzel. Nerdesin ey himmet

– Himmet ağbim burda değil. Ben Gayret... Diyeceğinizi bana diyin...

– Bir işin Himmet’i olmalı. Himmetsiz hizmet olmaz.

– Himmet abim, hazine bulmaya gitti.

– Hazine mi Hayret yahu...

– Evet aynen öyle. Hayret abimle gitti. Saffet’le ben de burada arıyoruz.

Dinlene dinlene Yeşilçamlara varmışız. Devam edelim. Bakalım bu işin sonu nereye varacak

– Daha bu günler, onların iyi günleri...

– Ay, siz varılacak yerleri mi biliyorsunuz Oralarda deniz var mı acaba

– Olmaz mı Devlet malı deniz demişler.

– Yok yani ben, sulu denizden bahsediyorum.

– Daha işin başındasın. Sulandırma hemen.

– Ama siz de hep ağlıyordunuz. Ben de bu yüzden ıslandım yani.

Bu milletin birbirini anlaması çok zor annem. Ben bile o kadar dinlememe rağmen zor çözüyorum. İçimizdeki casuslar nasıl anlayacak bilmem. Bu işin kursuna gitmeleri, dersini görmeleri lazım.

– Arkadaş bu işleri bilmiyor. Hakim birisi anlatmalı.

– Efendim, yoldaşlar anlatıyor, ülküdaşlar anlatıyor...

– Bir de biz anlatalım, arkadaşa...

– Ayakkabı kutularını göstererek anlatsak, ayıp olur mu

– Mabeyni humayun var...

– Evet, evet biliyorum. Manifaturacıda humayın var. Bembeyaz, işlemeli yastık yapmak için alırdı kızlar...

– Sen icabında sükût dur.

– Yani burda mı durayım. Uganda’ya biletim ne olacak Koçları kim kafese koyacak

– Ananası fazla ananasladın galiba. Sükût dur, sükût yap. Balık bilmezse Hâlık bilir.

– Evet, ben de biliyorum efendim. Balık halde bulunur.

***

Birbirini anlaması zor milletlerin, kartel kalemşorlarını da anlamak zordur.

“Küçük bir odaya girdik. Savcı bizi nazik biçimde karşıladı.

Bir de zabıtları tutan yetkili vardı.

Önüme bir dosya koydular.

İçinde 15 yıl önce yaptığım özel telefon görüşmeleri vardı.

Yani 28 Şubat döneminde...” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, 1 Şubat 2014 Cumartesi)

Kalemşor zatın son “yani”sine ilaveler yapalım.

Yani o 28 Şubat döneminde siz dinlenildiğinizi bilmiyor mu idiniz; herkesler dinleniyorken, herkeslerin dinlenildiğini dinleyicilerin ilan etmelerine rağmen...

Yani o 28 Şubat günlerinde, siz dinlenildiğinizi bilmeden mi attınız “Silah Kullanırız” manşetlerini, “Silahsız Kuvvetler Göreve” manşetlerini...

Yani o 28 Şubat günlerinde, siz dinlenildiğinizi bilmeden mi emirler yağdırıyordunuz telefonlardan. “Ne demek tankların yürüyüşünün fotoğraflarını çekememek .. Söyleyin bir daha yürüsünler...”

Ama siz sayın Kalemşor, T.Özal ile yaptığınız telefon konuşmalarını çok yayınlamıştınız sütunlarınızda. Senli, benli ne muhabbetli konuşmalardı onlar öyle... Hani Mesut Yılmaz başbakan yapıldığı gün, patronunuza koşup gelmişti. Patronunuz da en tabii haliyle, elleri pijamasının içindeki haliyle karşılamıştı hani. İşte öyle samimiyetler gibi...

Yani siz bu konuşmalarım –ki muhakkak dinlenmiştir– neden yayınlanıp da ünüme ün katılmıyor, diye düşünmüş ve ilan etme işini kendiniz yapmış olabilir misiniz

Yani siz, “T.Özal beni Antalya’dan gelirken araba telefonumdan aradı” dediğiniz gibi konuşmalarınızın yayımlanmasını mı istiyordunuz

“İçimden bu pespaye işi yapanlara lanet ettim ve savcıya şunu söyledim.

‘Eğer Başbakan’a ulaşma imkanınız varsa, lütfen ona söyleyin. O gün bizim arkadaşlarımızı, eşimizi dinleyenler, bugün de yine bizi dinlemeye devam edenler, hiç şüphesi olmasın ki, onu ve onun yakınlarını, eşini ve kızını da dinliyorlar ve bir gün gelecek bu konuşmaları onun da önüne koyacaklar.’

Yıl 2011’di...” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, 1 Şubat 2014, Cumartesi)

***

Prof. Erbakan, “Mehmet Bey, bilirsin seni çok severim” diyerek farklı bir konuya girdi;

“ANAP’tan ayrıl... Ama yalnız değil... 20 milletvekili istifa edin.

Refah’a gelin... Böylece RP, Meclis’te grup kurar.”

Hikâye uzun... Hoca “ısrar” etti; Keçeciler “Hayır olmaz” dedi.

Vedalaştılar.

Birkaç gün sonra. Özal, Mehmet Keçeciler’e sordu:

“Sen Refah’a mı gideceksin ”

Keçeciler bozuldu. Diklendi; “Siz gitseniz bile ben gitmem... Bunu nereden çıkarıyorsunuz.”

Özal başladı anlatmaya; “Sen geçen gün Erbakan’ın evindeydin... Aracını arka sokağa park ettin. Yüzünü kaşkolla örttün. Hoca ile evde şunları konuştunuz... Hoca, 20 milletvekilinin ANAP’tan istifasını istedi... Yalan mı ”

Keçeciler dayanamadı;

“Siz beni takip mi ettiriyorsunuz .. Cebimde böcek mi var .. Gidin, anarşistleri takip edin!”

Özal, “Yok yok” dedi.

“Seni takip eden, dinleyen yok... Başka bir konudan dolayı Erbakan Hoca takip ediliyor, dinleniyor.” (Yavuz Donat yazıları, Sabah Gazetesi)

***

Yani sizi T. Özal’ın sık sık aradığı o günlerde, ona, “Bir muhalefet liderinin takip edilmesine, dinlenmesine karşı çıkın neden demediniz Neden böyle bir olayı gazetenize manşet yapmadınız

Yani siz 28 Şubat günleri gelir, bizim devrimiz olur mu diye düşünmüştünüz Hele hele bin yıl sürmesi ne tatlı olurdu değil mi

Ama onlar, 28 Şubat herkese 28 Şubat’tır demişler.

Sizi şimdi anlamak kolay. “Lütfen Başbakan’a söyleyin” derken, kendinizi Marko Paşa karşısında hayal ediyorsunuz.

Lakin içinde pişmanlık kelimelerinden yoksa bir dertlenmenin, Marko Paşa olmaz orda.

Kim mi olur

Adliye’ye yolu düşenin (28 Şubat’tan davalı, dinlenmiş olmaktan davacı diye geçer darb-ı mesellerde bu kişi) işbilmezi (davacının yahut davalının aptalı diye anlatılır bu durum) derdini (şikayetini ya da savunmasını demek isteniyor) mübaşire (duruşma salonu personeli) anlatırmış.

Bir gün bu ülkede, her 28 Şubat gazcısının, alkışçısının, eylemcisinin karşısında bir mübaşir olacaktır.

...

Doğru  Bilinen Yanlışlar

“Erol Simavi’nin açık mektubundan iki ay sonra 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi’nin kongresinde Başbakan ve ANAP Genel Başkanı Turgut Özal konuşma yapmak için kürsüye çıkınca, Kartal Demirağ adlı bir saldırgan tabancası ile iki el ateş etti. Kurşunlardan biri Özal’ın önünde bulunan mikrofonun ayağından sekip sağ elinin başparmağına isabet etti.”

(Mehmet Barlas/Sabaeh Gazetesi/1 Şubat 2014)

* T.Özal’ın o saatte, o konuşmayı yapması, hazırlanmış kongre planında yoktu. Partisinin kongre gidişat planının aksine, niçin o saatte geldi ve kürsüye çıktı O konuşma öncesi salonda mı idi Yeni mi gelmişti Salona girişi neden hiç gösterilmedi (Öteki parti liderlerinin gelişleri, karşılanışları hep gösteriliyor ama...)

* O kongre, kapısından herkesin rahatça girip çıktığı bir kongre idi. (Aksini ispat edecek kamere kayıtları yok.)

* O kongre sonrası beklenen, dört eğilimli ANAP’ın dörde bölünmesi idi.

* Suikastçı, iyi nişancı. Kurşunu, seken cinsten(!) affedeni ise bizzat T.Özal. Gerekçesi: Bu konu ile uğraşmayalım.

Tez yahut olayın en doğru izahı:

ANAP yokolma günlerine erken geldi. Daha Demirel ve İnönü hazır değiller. Onlara zaman kazandırılmalı. (Millet onlar için hazırlanmalı. Yoksa RP gelecek.)

Bugün hâlâ konuşulan o gösteri, ANAP biraz daha yaşasın ve T.Özal’dan sonra mutlaka Demirel gelsin planının tasdik edilmesi idi.

Tereddüdü olanlar o gösteriden sonra gerçekleştirilen suikastlara, bombalamalara, yangınlara bir baksın.

T. Özal’lı günlerini, “Şuraya bir kaset koy da neşemizi bulalım Semira” vezninde yaşamadı bu millet.

İÇİÇELİK Mİ, PARALELLİK Mİ

Devlet, Devlet içinde, demek mi,

Devlet içinde Devlet, demek mi doğrudur

Paraleli nereye koyacağınıza bağlı bir durumdur bu.

İlk Devleti paralel diye tanımlarsanız, (Paralel Devlet) Devlet içinde, olur ki, bugünlerde anlatılmak istenen budur.

Meramımızı ikinci şık dahilinde anlatabilir miyiz Bir bakalım.

(Paralel Devlet) içinde, Devlet tanımı da bu ülkede doğrulanmıştır.

Ne zaman ve nasıl

DP iktidarı, İsmet İnönü’nün ve dolayısıyla onun CHP’nin sahiplendiği (Paralel Devlet)in, içindeki Devlet’ti.

İnönü’nün paralel Devleti, 27 Mayıs’ta Devlet’i devirmiştir.

Meclis kürsüsünden, “Sizi ben bile kurtaramam” diye bağırırken İsmet İnönü, paralel Devlet’inin, görünürdeki Devlet’i imha harekatına başladığını ilan ediyordu ama...

O güne kadar T.C. Devletinin, İsmet İnönü paralel Devleti ile birlikte yaşadığını fark edemeyen Menderes ve DP, bu saldırıyı da çözememişti.

Kalkıp, diyemediler...

Sen kim oluyorsun

Vatandaş eşitliğine sahip muhalif siyasi lider olmak, yetmiyor mu sana

Bu ülkede bir devlet var, bir de sen mi varsın

Kurtarma dediğin orduyla, bürokratlarla, yaşayan sivil insanlarla yapılır. Şimdi şu an ve 10 yıldır bizim yönetimimizde olanların sahibi sen misin

İtiraz eden olmayınca, savaşı İsmet Paşa kazandı.

Aslında bu savaşı, Mayıs 1950 yılında kazanmıştı İsmet İnönü. Sandıkları DP patlatmasına rağmen...

Hezimete uğradığı o seçimlerden sonraki ilk konuşması yani demeci aynen şöyledir İsmet Paşa’nın.

“Şimdi bütün memurlar (Asker-Sivil) valizlerini, denklerini hazırladılar. Sürgün edilme emirlerini bekliyorlar.”

Halbuki memur tayini yapmak DP’nin ne aklında vardır, ne de icraatında...

Maksadı ne idi dersiniz İ.İnönü’nün

Memurlara sahip çıkmak... Ki onlar çoktan unutmuşlardır, kendi devrinde düşük maaş aldıklarını, aç kaldıklarını.

İşte o gün İ.İnönü ve memurlar paralel Devletlerinin devam etmesi kararını almış oldular.

Sonrasını biliyorsunuz.

Halktan hiç olur alamamasına rağmen her on yılda bir Devlet’i yenen o paralel Devlet’te yaşamadık mı

Sorumuz şu: Problem ayakkabı kutusunun içi mi

Devlet’in içi mi

Ayakkabı kutusunu Devlet mi sorar,

içi mi

SARIGÜL, SARARANGÜL

 

– Ben oyumu Sarıgül’e vereceğim, dedi.

– Neden, dedim.

– İstikbalimi garantilemek benim de hakkım...

– Sana iş mi bulacak

– İş isteseydim kendim bulurdum.

– Yani...

– Ben de kapıcı çocuğuyum, onun gibi...

– Eee!

– Benim de tapularım olsun istiyorum, iki sayfa tutan...

Bu işin oy vermekle olacağını sanıyor. CHP’den milletvekili olmak gerek önce halbuki.

ŞAHLANAN HUKUK

Şahlanmış üstünün hukuku;

Beyin sivilce çıkarınca!

Aldığı kararlara bakın;

Hep üstünlerin çıkarınca!

Terazi yanlış tartar mı hiç

Filden ağır basmış karınca!..

DÜŞ MÜŞ

Çözülmüş onun da sırrı, 

Artık ekrana düşmüş,

düş;Düştü mahremin sınırı,

Ortalığa o da düşmüş.

Ekrem Şam / Necati Tuncer