Derbilerin Derin Derdi

Abone Ol

Her derbi maçından sonra, maçın kendisinden çok ona etki eden ya da etmeyen faktörler konuşuluyor. Sanki her derbi, hayatımızdan bir tutam neşeyi daha eksiltiyor. Endüstriyel futbol çağında paranın her şeye hükmettiğini varsayarsak, oyun artık sınıfsal bir alana doğru kaydığını da söyleyebiliriz. Bu hal, mağazalardan, maç biletlerine kadar artık birçok şeye alt ekonomik sınıfların erişebilirliğini de engelliyor. Herkesin ulaşamadığı astronomik rakamların telaffuz edildiği bir düzende oyun, umuttan çok kara, kirli ya da kötü kokular üzerinden şekilleniyor.

Oyun alanının içinden çıkıp kenara geçenlerin borazancı başına dönüştüğü; sosyal medyada kopan fırtınalarla gerçekliğin giderek bulanıklaştığı bir ortamda futbolun iyileştirici gücünden bahsetmek de bir hayli zor. Üstelik bu ortamda, şiddeti kışkırtan, yıpratıcı ve kutuplaştırıcı bir dilin yaygınlaşması, sporun özüyle taban tabana zıt bir iklim yaratıyor. Tribünlerdeki gerginlik, sokaklara taşan öfke, rakibi düşmanlaştıran söylemler ve taraftarı ‘ötekileştiren’ dil, futbolun birleştirici karakterini her geçen gün biraz daha aşındırıyor. Spor ahlâkının temelini oluşturan saygı, ölçülülük, rekabetin nezaketle yürütülmesi gibi ilkeler giderek görünmezleşiyor.

Oysa yaşadığımız topluma ve dünyaya dair fikir üretmek, az çok kalabalıkların yoğun biçimde ilgi duyduğu alanlar hakkında da düşünmeyi gerektirmiyor mu? Popüler kültürü, alanın egemen diline teslim olmadan analiz etmeye çalışmak neden mümkün olmasın? Derbileri yalnızca skor, hakem hatası ya da transfer gerilimi üzerinden değil; ürettiği kolektif duygu, toplumsal tansiyon, dilin sertleşmesi ve kamusal alanın nasıl dönüştüğü bağlamında da tartışmak gerekmez mi?

Bir dönemin tartışmalarına atıfla düşünürsek: Arabesk üzerine sosyoloji veya kültürel çalışmalar bağlamında fikir üretmek için arabesk müzik hayranı olmak şart mıydı? Elbette değildi. Türkiye’de futbolun en kirli alanlardan biri olduğu su götürmez bir gerçek; fakat kapitalizmden, iktidar ilişkilerinden ve paradan tamamen bağımsız bir alan var mı? Dahası, kirlenen yalnızca futbol ekonomisi değil; dil, duygu ve ilişki biçimleri de bu kirlenmeden nasibini alıyor.

Simon Kuper’in dediği gibi: “Futbol asla sadece futbol değildir.” Fakat bir oyunu oyun kılan ve onun niteliğini belirleyen, aynı zamanda onu oynayanların ve takip edenlerin zihniyeti değil midir? Şiddeti meşrulaştıran bir söylemin hâkim olduğu yerde, hakikatin yerini öfke, oyunun yerini ise gerilim alıyor. Oysa mevcut koşullarda bile futbolu sevmek, bütün sorunlarına rağmen, yaşadığınız topluma ve dünyaya ait olmanın bir biçimi aslında. Fazlası değil. Belki de mesele, oyunu yeniden oyuna benzetebilmekte; şiddetsiz, kirletilmemiş, ayrıştırıcı değil birleştirici bir dili hatırlamakta saklı.

Son olarak bu tabloya bakınca asıl sorunun belki de şu olduğu daha net görünüyor: Taraftarlar, gerçekten oyunun kendisini mi istiyor, yoksa bu devasa güç endüstrisinde bir gücün parçası olmayı mı arzuluyor? Futbolu oyun yapan şey, bir kimlik savaşına, bir tahakküm alanına, bir aidiyet gösterisine indirgendiğinde, sahada oynanan 90 dakikanın ötesinde herkesin yeniden düşünmesi gereken bir eşik doğuyor. Belki de şimdi, tribünlerin, ekran başındakilerin ve tüm takipçilerin kendilerine şu basit ama yakıcı soruyu sormalarının zamanıdır: Biz oyunu mu seviyoruz, yoksa oyunun arkasındaki gücü mü kutsuyoruz? Cevap ne olursa olsun, futbolun geleceği, bu soruya verilecek samimi ve cesur yanıtta gizlidir. Hoşça bakın zatınıza…