Hakim paradigmaya hizmet eden, televizyonculuğu tamamen bir “eğlence” anlayışına indirgeyen medya zihniyetinin hakim olduğu dönem yaşamaktayız. Bu anlayış, beraberinde bazı kavramları da hayatımıza sokuşturuyor birer birer.
Mesela, cilalı imaj devri bunlardan biri. Artık medyada yer almayan, medyanın karanlık dehlizlerinden gözümüzün önüne getirilmeyen hiçbir kültürün, hiçbir ismin, hiçbir şöhretin kendi başına bir değeri yok. Eğer şöhret olmak istiyorsanız, kitlelere ve kamuoyuna mal olmak istiyorsanız, medyanın sizi allayıp pullaması, cilalaması ve şöhretler kategorisine giriş yapmanız gerekiyor.
Hangi sanat alanında olursanız olun, hangi işi yaparsanız yapın, yaptığınız işin karşılığını ancak medyadaki haber değeriniz belirliyor. Popüler kültürün getirdiği bu dönem, bir günlük, bir haftalık, bir aylık sanal şöhretlerin hayatımızı kuşatmasına neden oluyor.
Bakıyorsunuz, bir kasetiyle, bir şarkısıyla, bir dizideki rolüyle gündem olarak medyanın allayıp pullayarak pazarladığı birisi, bir ay sonra gündemimizden yok olmuş çekip gidivermiş.
Bu kısır döngü ve sanal şöhretlerin kıyasıya pazarlanma işi, gerçek sanat ve gerçek sanatçıların da gündemimize alınmasını engelliyor.
Popüler olanın konuşulduğu, tartışıldığı, gazete köşelerine yansıtıldığı, kamera ve mikrofon tutulduğu bu dönem, popüler olana dayanmadan bir şeyler yapmaya çalışan sınırlı sayıda insanın da yaptıkları işe küsmesine, darılmasına ve üretim yapmasına engel oluyor. Zor, ama bu çetrefilli dönemi bu insanlar ta başından kabul ediyorlar. Şöhretlerinin bedelini peşin peşin ödüyorlar. Her gün gazetelerin magazin sayfalarında, televizyonların magazin programlarında göz önünde olmayı peşin peşin kabul ediyorlar.
Bu süreç, hiçbir şey üretmeseler de, hiçbir şeye kulp olmasalar da, onların attıkları her adımın bile haber yapıldığı “şöhret bedeli” olarak önlerine konuluyor. Medya onlardan besleniyor, onlar da medyadan.
Bu kirli ve karanlık süreç, gerçek sanatçıların yaptıkları işin her zaman göz ardı edilmesine, unutturulmasına, sanatın yok edilmesine yol açıyor.
Ne yapılabilir? Ne yapılması lazım?
Bu kirli süreci tersine çevirecek bir mekanizmayı devreye sokmamız gerekiyor. Özellikle sanal şöhretlerden ve şöhret mezarlıklarından beslenen medyanın, bu kirli cilalı imaj devrine son vermesi gerekiyor.
Gerçek sanatçıyı, gerçek sanatı gündeme alması ve kamuoyunun bu yönde beklentiler oluşturmasını sağlaması gerekiyor.
Dikkatinizi çekiyor mu bilmem, son 10 yıldır bu popüler kültürün ürettiği, kulaklarımızda bir aşinalık hissettirecek, gözümüzde ve önümüzde kalıcı bir nitelik arz eden bir adet sanatçı bile çıkmadı. Çıkanlar da, medyanın zorlamasıyla bizlere yutturulan abidik gubidik isimlerden başkaları değil.
Bu ülkenin değerlerine saygılı, bu ülkenin kültürüyle, özüyle, örfüyle barışık yeni isimler, medyada özel hayatıyla pazarlanmayan, yaptığı işle kabul görecek sanatçılara ihtiyacımız var.
Bu kısır döngüyü kıracak bu isimler, toplumun önünde yürüyen isimler olacaktır.
Ne diyordu bir düşünür: Sanatçı, bir ayna gibidir. Bu ayna kirli olursa tüm toplum kirlenir, bu ayna temiz olursa, toplum da arınır.
Yıllar önce kendisiyle röportaj yaptığım usta isim Recep Demirkaynak, “Sanatçının bir derdi olmalı” demişti. Maalesef, bugün bizlere sanatçı olarak medyanın sunduğu, gözümüzün önüne getirmeye çalıştığı hiçbir sanatçının derdi yok… Tek dertleri, medyada daha çok yer alabilmek, şöhretlerinin kaymağını yiyebilmek… Medyanın değirmeninde öğütülen sanal şöhretler beraberinde bir kısır döngüyü de getiriyor. Nasıl? Bir gayya çukuru olan medya, televizyon ekranları, sosyal medya, sürekli şekilde sanal şöhretlere ihtiyaç duyuyor. Onları yutacak, insanlarımızın gözüne sokacak, bir zehirli ahtapot gibi zihinlerimize çörekleyecek bir yapıyı inşa etmek için çabalayıp duruyor. Medyanın görevi bu mu? Medya, kamuoyunu bilinçlendirecek, enforme edecek, bilgilendirecek… Sosyal, kültürel dokuyu, geleneklerimizi, göreneklerimizi, örfümüzü, ananemizi, aile yapımızı güçlendirecek işlere imza atacak. “Önce ahlak ve maneviyat” düsturunu, toplumun genetik kodlarına yerleştirecek.