Çeşmelerin, cumbalı konakların diyarı Doğanbey…

Abone Ol

Bayram tatilini Konya köylerinde geçirmekle kalmadım, sosyolojik tahlillerde de bulundum.

Beyşehir’in Beylikler dönemi asaleti yanına eklediği gölü, temiz havası, yemyeşil tepeleri ile Selçuklu Konya’ya hâlâ meydan okuduğunu gördüm.

O irili ufaklı belki aynı kerpiç evleri, aynı etrafı söğütlüklü dereleri ve yüzlerce çeşmenin çerçevelik ettiği köyleri temaşa esnasında anlıyorduk ki hiçbiri diğerine benzemiyordu.

Kimi daha bağlık bahçelik, kirazlı erikli kayısılı bir şölende idi kimi köy gayet temiz, bakımlı idi evleri, sokakları ile ideal köy tanımını dolduruyordu, kimi de pasaklı görünüşü ile izleyenlerinden eksi puan almakta idi.

İlle de Doğanbey.

Bir şehir havasında, tarih ve kültür hazinesi olduğunun farkında ama verdiği göçlerle gidenlerinin yasını tutmaktan içine çekilmiş, azalmış, eli ayağı tutmaz olmuş, geçmişin azametini hala yansıtsa da hüznü yaşayan bu abide şehri görünce, eski bir dostu hasta yatağında bulmuş gibi oldum.

Kahvehaneler de oturan sessiz insanlar, bakımlı camileri bile mustaripti; ahali büyük şehirlere akmış, cemaat ıssızlaşmıştı.

İlle de evler.

Koruma altına alınması gereken son derece zengin bir mimari gösteren bir inci tanesi gibi sokaklarına dizilmiş evlerini seyretmeye doyamadım.

Yaşadığı o müreffeh günleri hâlâ yansıtan, cumbalarından asalet okunan gövdelerindeki süslemelerden hatta taşın bir yeşim salkımı gibi özenle yerleştirildiği tahta hatıllar üzerindeki raksına dalıp gittim.

Büyük bir hikâyeyi anlatmakta idi köşe başı konakları, üç dört katlı, bol odalı, içten taşlıkların bahçeye açıldığı, arka verandaların kiraz ağaçlarında konser veren bülbüllerin nağmelerini dinlediği masal belde.

Cevizlikte diyor yaşlı öğretmen, her ailenin bir bademliği vardı, minik bir yayla gibi serinlemeye gidilir, cevizler çırpılırdı.

Güya bakıp geçecektik, ne bir tanıdık, ne bir akraba, arkadaş vardı Doğanbey’de; tarih ve mimari dağ gibi dururken orada, ayrılmak gitmek bu şirin diyara da, bize de hakaretti.

Uzleti yaşayan bu yalnız şehre ağlamalı idik, mendilimiz şadırvanın suları olmuş bizi teselli ederken.

Buralara sevdalarını, inançlarını kazıyanlar; huzuru bırakmışlardı, toprağın bağrına yerleşen şu görkemli evlerin sahiplerini selamlamadan nereye geçip gidecektik.

Hamuşan, makber, kabristan.

Yosun tutmuş taşların altında yatanlardan sorduk buraları; sularından, dağlarından, derelerinden, köprülerinden, çeşmelerinden.

Sokağın başındaki taşa oturup sessizliğin sesini dinliyorum; kirazlıklarda, cevizliklerde, çevirmelerde kalmamış çocuk sesi, birileri habire güzelleştirmekte cami bahçelerini; mavi çamlar, sokakları tutan ıhlamur kokusu, karanfiller ve güller; sebilin sularına rayihaları ile vokal tutarken.

Hani ya insan.

17. yüzyılda Hıristiyanlar da yaşamakta idi ki, haçlı lahitler kimi inşaatlarda kullanılmıştır, o vakitler Beyşehir vilayet, Doğanbey kaza idi, 19. Yüzyılda Beyşehir kaza, Doğanbey nahiye.

Gide gide azalır nüfus, belediyedir yakın geçmişte, şimdi bir mahalle olarak geçmekte adı, haksızlık diyorum isyanlarımı cetvele alınmış dere dinlerken.

Baldan tatlı suyu  “Beysu” neden tanınmaz hâlâ ülkemde şaşarım. Ki bu cennet suyun hürmetine belki de meşhurdu Doğanbey destileri ve küpleri ki hâlâ müzelerde korunmaktadır, taa İslam öncesi devirlere değin uzanan.

Sapsız, uzun boğazlı, sülün gibi zarif endamlı destiler de bey kültürünün en önemli kanıtı idi.

İlgilisine bir öneri:

Ben devleti yönetse idim eğer, ilk işim çiftçilere maaş bağlamak olurdu; uçsuz bucaksız ovalardaki tarlaları bırakıp şehrin fabrikalarına kaçan ahaliyi geri getirip tertemiz iklimlerde tarım yaptırabilmek için.