Çağrışımlar Kent

Abone Ol

“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.

Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.

Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam; ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.

Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?

Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın.

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.

Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.

Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın, ne bir gemi var, ne de bir yol sana.

Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte, yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.”

 (Konstantinos Kavafis/Kent)

Ali raftaki kitapları yere indirmiş. Toparlayıp raflara yerleştiriyorum. Son kitap İshak’ın (Koç), açıp sayfalarına şöyle bir göz gezdiriyorum. Son bölüm Zeki Demirkubuz sineması üzerine, sayfalarda biraz uzun kalıyorum. Kavafis’ten alıntıladığı yukarıdaki şiirin şu dizelerinde adeta tutuklu kalıyorum; “Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın, / ne bir gemi var, ne de bir yol sana. / Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte, / yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.” Bir gün önce Pakistanlı Javad’a ve arkadaşına nerede değil de nasıl yaşadığının önemli olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Nereden, hangi kültürden olursa olsun gençlik tam bir kuş tüyü hafifliğinde gibi hiç yere değmiyor ayakları. Hayaller ve çağrışımlar içerisinde gidiyorlar. Yaşanmışlık daha yok sadece daha fazla ve daha iyi yaşamanın peşinden gidiyorlar, güzele dair ya da ideale dair hiçbir emare yok sözlerinde ve işlerinde. Dönüp bakınca önünde yanılacak, yeniden yola koyulacak vakit çokmuş gibi ama zaman da hiç sabit kalmıyor aksine o kadar aceleci ki uçuveriyor adeta buharlaşıyor. Sayfalar arasında yürüdükçe aklıma İshak takılıyor. İyi ki kitaplaştırdı şu yazıları diye içimden geçiriyorum. Bu kaçıncı okuyuşum bilmiyorum ama onun gözünden bir yere bakabilmek mutlu kılıyor. Yaş ilerledikçe galiba çağrışımlar da çoğalıyor.

Gecen gün arkadaşım Greg, dondurma makinesini görünce birden çocukluğunda, 13-14 yaşında iken, evde dondurma yaptıklarını ve onu nasıl zahmetli yaptıklarını, ne kadar uzun süre karıştırdığını anlatmaya başladı. Dondurma yapmanın, nasıl zahmetli bir süreç olduğunu anlattı durdu. Oradaki kritik kelime ‘zahmet’ti. Hemen aklıma geldi ben de Javad ve Shiva’ya zahmetsiz rahmet olmadığını, kolay gelenin kolay gittiğini anlattım. Biliyorum kimse artık bir başkasının tecrübesine, yaşanmışlığına, tavsiyesine ve nasihatine itibar etmiyor ama insan da denemekten vazgeçmiyor. Tıpkı hocanın yoğurt hikâyesinde dediği gibi, ya tutarsa. Biraz onlara kulak verince anlıyorum ki onların hiç sürece tahammülleri yok her şeyin hemen anında olmasını istiyorlar. Hayatları gibi her şey, çok hızlı. Ve de her şey daha kişisel, daha yalnız ve çok çabuk olumsuzluğa savruluyorlar. Her şeyden çok çabuk vazgeçilebiliyor. Hatıralar bile telefon hafızası kadar. Onun için sorumluluk da sadece kişinin kendi gündelik ihtiyaçlarına yönelik.  Sanki, “Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin” mısrasındaki gibi hep bir gitme telaşında, hiç kalmaya niyetleri yok gibi. Vermekten çok almaya yönelik bilinç düzeyi ama işte gençlik de böyle bir şey değil mi? Sadece gençlik değil artık bütün yaşlar aynı düzeyde. Niyetim gençleri kötülemek değil sadece akıp giden zamanın içerisinde tutunacak sağlam bir dal bulunamayışının verdiği hüzün söyletiyor.

Akşam eve dönerken önümden beyaz bir İmpala akıyor. Klasik arabaları ile şehirde turluyorlar. İbrahim Sadri’nin bir şiiri vardı, 90’ların sonu 2000’lerin başında pek bir modaydı. O zamanlar arkadaşlarla kasetten epey dinlerdik. Aklıma iki dize geliyor. “Geride eski şarkılar kaldı sadece masalara çizdiğimiz. (…) Geride bir ömür kaldı yarım bıraktığın / Hani güzel günler gelecekteydi Sabri abi / Hani beyaz arabamız, bir İmpalamız olacaktı.” Galiba Sabri abilerin bir şeyi olmadı ama Sabri abiye ağıt yakanların çok şeyleri oldu. Ancak ne ağızda tat ne de o taze heyecan hiçbiri daha bulunmadı. Ne menekşelere bakan adamlar kaldı ne de yarınlar güzel oldu. Sadece her iyi şey; iyi niyet, iyi dilek hatıralarda kaldı. Herkeste ağır bir nostalji hastalığı baş gösterdi. Ne gençlik ne de genç kaldı. Ağır bir unutkanlık, sarsıcı anımsamalar arasında deveran eden bir hayat elde kaldı. Bugün de böyle çağrışımlarla yol aldık. Kitabı koydum. Bir dost ile hasbıhal etmiş oldum. Ve çağrışımların içerisinden çıkamayınca ben de böyle hasbıhal edeyim istedim.

Hoşça bakın zatınıza…