Bu işte bir şiir var

Abone Ol

Şiiri besleyen damarın hayat olduğunu dikkatten kaçırmadığımız zaman karşılaşacağımız ilk hakikat onun hayat kadar önemli ve hayat kadar ciddi olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz olacaktır. Sokaktaki adam için hayat denilen şey kendi dışında sessizce akıp giden yaşantıya konu olan devinim ve manzaralardan ibarettir. Verili dilin ötesine geçmiş şair için ise hayat hem kendi dışında gürül gürül akan bir ırmak hem de kendi iç dünyasında sükûtun kısık ateşinde kaynayıp köpüren bir dünyadır. Şiirle ilgilenmenin olmazsa olmaz şartı içte kaynayan, dışta kanatlanan hayatı çok iyi tanımaktır. Şiir bayağı menfaatlere gündelik ihtiyaçlara alet edilemeyen bir sanattır. Başka sanat dallarını eğlenceye ve de basit emellere indirgeyebilirsiniz, ama şiir buna asla razı gelmez. Zaten doğasında da bu irca edilemezlik mevcuttur. İnsanlar ve de toplumlar düzyazıyla susar, şiirde seslerini yükseltirler. Cemal Süreya’nın ifadesiyle, “şiir bir aynadır” ve “şiir bir karşı çıkma sanatıdır”. İnsanın, toplumun ve de insanlığın yansımasını en net bir şekilde şiirde bulabiliriz. 

İlk şiirlerin kaynağında din vardır. Din anlatıcıları halka dini esasları anlatabilmek ve halkta mistik heyecanlar oluşturabilmek için ses benzerliklerinden yararlanmışlar ve bu nesre yakın ilk şiirlerle duygulu bir anlatım tarzı geliştirmişlerdir. Şiirin toplumsal bir ihtiyaca dönüşmesi onun din ile kurduğu yakın irtibat sayesindedir. Başlangıçta yazılı bir kültüre dayanmayıp ağızdan ağza yayılıp dilden dile dolaşan şiir din ile aynı buluşma noktalarına sahipti. Eski Türklerde şamanlar ve kamlar tarafından icra edilen törenler kültür tarihimizde 11. asra kadar şiirin, musikinin ve raksın bir arada icra edildiği en eski törenlerdir. Ozanlar ilk zamanlarda büyücü, oyuncu, hekim, şarkıcı görevlerini yüklenmiş, daha sonraları ise kopuzuyla şarkı söyleyen şair çalgıcılara ad olmuştur. 15. yüzyılın ortalarına kadar bir şekilde şiir söyleyenlere ozan denilmiştir. Türklerdeki şair çalgıcılara dair Fuat Köprülü “Edebiyat Araştırmaları” adlı eserinde çok önemli bilgiler verir. Büyücülük ve tedavi işlerinin şairlere verildiğini söyleyen Fuat Köprülü konuyu şu cümlelerle detaylandırır: “Semadaki mabutlara kurban adamak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölüm gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastaları tedavi etmek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aitti.” Görüleceği gibi eski çağlarda ozanların toplumsal fonksiyonu hiçbir insanın kendini müstağni göremeyeceği kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Atilla’nın ordusunda hiç eksik etmediği iki zümrenin şairler ve mızıkacılar olduğu söylenir. Atilla’nın cenaze töreninde şairlerin hun diliyle ağıtlar okuduğunu yine Fuat Köprülü’den öğreniyoruz: “Atilla’nın cenazesinin konulmuş olduğu ipek çadırın etrafında bir daire teşkil etmiş olan ordu efradı, bu mersiyeyi, elem gürültüleri arasında tekrar ediyorlardı. Düdüklerin, davulların nağmeleri ile birlikte söylenen bu destanı şiirleri tertip eden şairler, hiç şüphesiz, daha sonraki saz şairlerimizin dedeleridir.” (2 Ord. Prof. Dr. F. Köprülü, Edebiyat Araştırmaları I, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1989)

İnsanlığın yeryüzüne ayak bastığı ilk çağlardan itibaren şiir bir büyüyü gerçekleştirmek, bir felaketi ya da salgını bertaraf etmek için toplumsal bir işleve tabi tutulmuştur. Cahiliyye dönemi Arapları şiir ve süslü konuşma noktasında bir hayli ileri seviyede idiler. Şairler toplumsal itibar bakımından bütün sosyal katmanların başında yer almaktaydı. Bir şairin bir tek sözü kabileleri birbirine düşürüp savaştırabiliyorken yine şairin bir dizesi yıllar yılı aralarında husumet ve savaş olan kabileleri barıştırmaya yetiyordu. İslam öncesi Cahiliye Arapları her şairin bir cini olduğuna inanır ve ilham denilen şeyin bu cinlerin fısıltıları olduğuna kanaat ederlerdi. Dolayısıyla şair aynı zamanda sahirdi. Toplumsal anlamda Cahiliye devrindeki bir şairin misyonu bugünün yazılı ve görüntülü basınına-medyaya-denk düşmektedir. Kadim bir sanat olması hasebiyle şiir halka dönük olan yönüyle roman ve öyküden ayrılır. Kutsal kitapların söz diziminden, dil, fıkıh ve ilmihal kitaplarının işleniş biçimine kadar şiirin ferdi ve toplumsal hafızayı güçlendirip yenileyen bir tarafı vardır.

Şiir aynı zamanda ait olduğu milletin bütün ulusal kodlarını kendinde barındırır. Bu yüzden hiçbir sanat şiir kadar bütün aksamıyla ulusal değildir. T.S.Eliot’un dediği gibi, “Bir ulusun diğer uluslar gibi düşünmesini sağlamak kolay, ama o ulusa diğer uluslar gibi hissetmesini öğretmek imkânsız”dır. (Eliot, T.S, Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çeviren Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. 1983). Çağdaşları Arapça ve Farsça yazarken Türkçeyi saf bir duygu yoğunluğuyla kullanan Yunus Emre’nin Türklerin milli duygularının oluşmasında çok büyük katkısı olmuştur. Şiir toplumsal bir rabıta aracı olması hasebiyle toplum-birey, toplum tarih, toplum kültür ve toplum uygarlık ilişkilerinin sağlamakla kalmaz aynı zamanda bu değerleri hem korur hem de geliştirip yüceltir.