Bizi GDO'lu Ürünlere Mahkûm Ettiler

Abone Ol

Kız kardeşim bahçesine ektiği ürünlerden bahsederken, aile büyüklerinin ata tohumlarını korumak için büyük çaba gösterdiklerini anlatıyor, “Bunlar tohum değil hazine” diyor. Kardeşim aile büyüklerinin tarlada yetiştirdikleri ürünlerden bir kaçını tohumluk olarak ayırdıklarını ve hazırladıkları çekirdekleri bir sonraki mevsim için özel bir torbaya koyup toprağa gömerek sakladıklarını ifade ediyor ve elimizde kalan tek servetimiz bu diyor. Kardeşim bunca sarsıntıya rağmen hayatta kalabilen ata tohumlarını hazine olarak değerlendiriyor sizce haksız mı? Gıda katliamından kurtulan asırlık tohumların değeri maddiyatla ölçülebilir mi?

Genç nesiller bilmeyebilirler ama bizler toprakla iç içe büyüdük, suyu kaynağından içtik, elmayı dalından kopardık, yumurtayı kümesten aldık ve kursağımıza giren ürünleri ellerimizle topladık. O nedenle toprağa ve gıdaya yapılan ifsadı ve genetiği bozulmuş ürünlerin getirdiği tahrifatı daha yoğun hissedebiliyoruz. Fakat çocuklarımız tehlikenin farkında değiller, onlar havanın, suyun, toprağın saçtığı zehre aşina olarak büyüdüler ve mevcut düzene uyum sağladılar. Çocuklar daha iyisi nasıl olurdu bunu bilmiyorlar açıkçası merak de etmiyorlar.

Doktorlar GDO’lu ürünlerin insanların sağlığını tehdit ettiğini ifade ediyor ve organik ürünlere işaret ediyorlar. Ancak gıda sektörü küresel çetenin elinde ve dokunduğumuz şey tehlike saçıyor. Haramiler mazlum halkların içtikleri suyun ve tükettikleri ürünlerin yapısını bozarak onları hastalıklara ve ölüme terk etmişler. Ve siz sorunlarınızı analiz etmenin ötesine geçemiyorsunuz.

Bilindiği üzere efendiler yerli tarımın ve yerli tohumun üzerine çizik atarken, seçilmiş azınlık için Norveç’te kurdukları Svalbard küresel tohum deposunda, dünyadaki bütün bitki türlerinin ve tüm ürünlerin tohumlarını saklıyorlar. Onlar Allah’ın tüm insanlara, tüm canlılara bahşettiği bu ürünleri sadece kendilerinin hakkı olarak görüyor ve bunu şiddetle savunuyorlar. Bize siz otsunuz, siz kurumuş dal parçasısınız, siz nefes alıp veren organizmalarsınız o yüzden bu sefalete, bu çileye, yoksulluğa razı olacaksınız diyorlar. Efendiler ürettikleri ilaçlarla, genetiği değiştirilmiş gıdalarla, savaş ve salgınlarla dünya nüfusunu azaltmaya çalışıyor ve bütün dünya kaynaklarına tek başına konabilecekleri günü bekliyorlar.

2006 tarihinde yapılan tohum anlaşması bu coğrafyanın insanına yapılmış büyük bir ihanettir ki, yönetenler atamın mirasını ve benim hakkım olan kaynakları kimseye peşkeş çekemez bu konuda düşmanla anlaşma yapamazlar… Fakat ne yazık ki bu coğrafyada halklar perdenin arkasında neler olduğu ile ilgilenmezler, onlar sadece taraftarlarını alkışlamakla meşgul olurlar.

Ne acıdır ki, verimli topraklara sahip olan ülkemde sütü, buğdayı, mercimeği, peyniri, eti ithal ediyor ve bunu bir başarı olarak görüyoruz. Tarım arazilerimiz çoraklaşırken, buğday ihtiyacımızın büyük çoğunluğunu Ukrayna’dan, Rusya’dan, Kanada’dan ithal ediyoruz. Bizi ithal tohuma ve ithal gıdaya mecbur bırakıyorlar ve başımızı eğiyoruz. Oysa geleneksel yöntemlerle devam eden üretim bizi merkezi bir sisteme bağımlı olmaktan kurtarır ve kendi yağımızla kavrulmamızı sağlar. Fakat buna kim nasıl cesaret edecek!

Bizler ithal tohumların, itham ürünlerin getirdiği tehlikeye vurgu yapsak da çocuklarımız küresel beslenme sistemine teslim olmuş durumdalar ve tencere yemeğini talep etmiyor, fastfood tarzı yiyeceklere ilgi gösteriyorlar. Çocuklarımızın vazgeçemediği dana köfte ya da tavuk döner gibi ürünler ise özünde genetiği bozulmuş mısır ya da soya fasulyesinden oluşuyor. Yani endüstriyel bir beslenme türü üretilmiş ve içerik tamamen standartlaştırılmıştır. Ve insanlar zehir saçan bu gıdalara mecbur bırakılmış…