Son zamanlarda “süreç” kelimesini kullanmaya fazlasıyla alıştık. Disiplinler arası çalışmaların varlığını fazlasıyla hissettirmesinin de katkısıyla ortaya çıkan yeni metotlar, birçok disiplini birbiriyle iç içe kullanmamıza yardımcı oluyor. Süreç kavramını da belki de tarihsel sosyolojinin etkisiyle güncel siyaset analizinin kalbine oturttuk. Köşe yazılarında yaptığımız yorumların çoğu belki de gündemin tarihsel sosyolojinden ilham alınarak kaleme alınıyor. Öyle ki siyasette kim gündemin tarihsel sosyolojisinin nabzını iyi tutarsa daha sağlıklı adımlar atabiliyor. Hatta aleyhine gelişen kimi durumlarda bile aktörler, meselelere birinci sınıf analizlerle kendi çıkarlarına uygun olarak yön verebiliyor.
İşte bugünlerde de böylesine iyi analiz yapılması gereken bir sürecin içerisinden geçiyoruz. Gidişat öylesine karmaşık ki en iyi analiz aktörleri bile bazen olayların akışına yön verebilmekte zorlanıyorlar. İtiraf etmek gerekir ki Türkiye Arap Baharı’nın ortaya çıkışından bu yana kısa vade süreç okumalarında başarılı olamadı. İran basınında yer alan “Türkiye, Ortadoğu arazisinde at koşturmayı bilmiyor” inancı bu doğrultuda yanlış bir saptama değil. Ancak Türkiye’nin bir şeyler tecrübe etmediğini söylemek de yanlış olacaktır. Türkiye bugüne kadar sürece istediği oranda yön verememiş olabilir, ancak bundan sonrası için yapılması gereken etraflıca bir girdi-çıktı analiziyle önümüzdeki süreçte hangi adımların atılması gerektiğinin net bir şekilde saptanmasıdır.
Türkiye’nin Temel Derdi Çözüm Süreci
Türkiye gibi bir ülkenin böyle bir bölgede politika güttüğü birçok mesele olması çok doğaldır. Ama bugünler bıçağın artık kapıya dayandığı gözden çıkarılamaz temel meselenin de çözüm sürecinin sağlıklı bir şekilde ilerlemesi olduğu da inkâr edilemez. Gerek ülke içerisinde gerek bölgesel dış politikada birçok şey çözüm sürecinin sağlıklı ilerlemesine endeksli olarak kurulmuş durumda. Bir ülke siyasetini bu kadar dar bir alana hapsetmek akıl kârı olmamakla beraber, bugün çözüm sürecinin iyiye gitmesi sadece dış politikada değil ülke içerisindeki düzenin dağılmamasının da tek anahtarı olarak görüldüğü yadsınamaz bir gerçek. Bunu iyi analiz eden Batılı ülkeler bugüne kadar bir şekilde yoluna devam eden bu sürece her zaman müdahale yollarını aradılar. Bir senedir Güneydoğu bölgesinde yaşadığımız kitleleri mobilize edebilecek olayları bu şekilde okumak çok da yanlış olmayacaktır. Hatta bugün geldiğimiz noktada Rojava ve Kobani olayları da tam da bu sürece zarar vermek isteyenlerin bir oyunu gibi görülebilir.
Koalisyona Katılış Sebebi
Tekrar söylemek gerekir ki ülkenin gidişatına başka bir alternatif bırakmamak çok yanlış bir tutum olsa da, bugün bölgede olası bir Türk-Kürt anlaşmazlığı bir yerde Türkiye’nin sonu olacaktır. Çünkü tüm politik yatırımlar bu birliktelik üzerine inşa edildi. Sünni bir kimlik üzerine de inşa edilen bu birliktelik Türkiye ve etki alanında bulunan tüm aktörler için hayati önemde. İşte tam da bu noktada son zamanlarda gündeme oturan IŞİD karşıtı koalisyona katılıp katılmama mevzusu kritik bir tercih yapmayı Türkiye’ye dayattı. İlk etapta güvenlik endişeleri nedeniyle Türk karar vericileri koalisyona mesafeli durur gibi görünmekteyken, bugün geldiğimiz noktada bazı şeylerin değiştiğine şahit oluyoruz. Çünkü artık Ankara bölgesel sorunlardan uzak durmanın normalde iyi olduğunu, ancak onlardan uzak durmakla musibetlerden de kurtulmanın oldukça zor olduğunu düşünür gibiler. Yani nasıl olsa bir şekilde Türkiye’ye musallat olacak bir güruha önceden müdahale etmenin daha mantıklı olduğuna dair bir kanaat artışı var.
Tamamen Kurgusal Bir Süreç
Arap Baharı’nın en başından bu yana bölgede yepyeni bir sürece şahitlik ettiğimizi söyleyen çoktu. Yepyeni bir süreçti, belki de sırf bu sebeple sürecin gidişatıyla ilgili tespitlerde bulunmakta aceleci olmamak lazımdı. Çünkü ilk başta kimi taraflar Arap Baharı’nı demokratik geçişler üzerinden okurken, kimi taraflar İslami devrimsel bir uyanışın başlangıcı olarak okudular. Ancak süreç hiç de tahmin edildiği gibi ilerlemedi ve kitlelerin uyanışı olarak lanse edilen gelişmelerin sonucunda ne demokratik ne de devrimsel bir ideoloji sahibi rejimler çıktı. Hatta ortaya IŞİD gibi hâlâ ne olduğu tam olarak belli olmayan ilginç bir aktör de çıkmış oldu. Bugün IŞİD’in ortaya çıkmış oluşunu Arap Baharı sürecine vurulan darbe ile açıklayanlar aslında bir yandan Arap Baharı’nın kurgusal bir süreç olduğunu kabul etmiş oluyorlar. Bugün bölgede ortaya çıkan şey sadece terör değil, belli bir bürokratik elit grubunun dışarıdan aldığı destekle kurduğu yeni bir otoriter rejim cinsidir. Bölgede demokratik ilerleme gösteren diğer rejimler de ister istemez bu dönüşümden paylarını aldılar ve biraz otoriterleşme eğilimi gösterdiler. Kısaca Arap Baharı süreci bir demokratikleşme dalgası olarak görülemeyecekse de, Arap Baharı sonrası süreç yepyeni bir otoriterleşme dalgasını ortaya çıkarmış oldu. En başından beri bir kurgu ürünü olan bu süreçte, Türkiye’nin bundan sonrası için atacağı adımlar bu kurgunun içerisinde ya da dışarısında mı yer almayı tercih ettiğini bizlere gösterecek.