Adnan Öksüz yazmış 17 Haziran Çarşamba tarihli gazetemizde. Ben de ordan öğrendim, 2003 yılının başında gerçekleşen bir olayı ve bir kartel kalemcisine sızdırılmasını…Irak’dan Taha Yasin Ramazan’ı getirmişiz gizli olarak…
Savaş kapınızda demişiz, gizli olarak… Neler yapmaları gerektiğini öğretmişiz gizli olarak.
Ahmet Sever’e göre Abdullah Gül yapmış bütün bunları, gizli olarak…
Ancak Ahmet Sever’in hiç oralı değildi dediği Taha Yasin Ramazan bakın neler demiş gizli olarak…
Korkmayız, tehditlere boyun eğmeyiz, savaşırız, ülkemizi teslim etmeyiz!
Taha Yasin Ramazan öldü. Zabıt katibi rolündeki Ahmet Sever yaşıyor.
Tehditlerinin ne olduğu ve niçin teslim olmalarının istendiğini, o da anlatmışsa kendi Ahmet Sever’lerine…Orda da yayınlanacaksa içinde gizli görüşmelerin anlatıldığı bir hatıra kitabı…
Ahmet Sever’in bize anlattıklarını aynen okuruz, diye içinden geçiren kimse var mı bu ülkede
Bizim Adnan Öksüz buraları merak etmiyor da, o gizli görüşmenin iki gün sonra Hürriyet gazetesinden bir kalemciye (Sedat Ergin) sızdırılmasını merak ediyor.
Halbuki burda merak edilecek bir şey yok. Ahmet Sever’i sen mi tanırsın, onlar mı
Hem sonra Ahmet Sever’i sen mi Ahmet Sever yaptın (Ben kitap yazarı olmazsa hiç bilmeyecektim yani. Eşimiz, dostumuz, canımız, ciğerimiz, herşeyimiz…Aynen böyle dedi Ahmet Sever’i bir kartel TV’sinde anlatan demirbaşlardan biri… Ben bunları da yeni duydum. Halbuki sen Meclis’te gazetecilik yapmış bir adamsın Adnan Öksüz…)
Kimseye iş öğretmek gibi bir işimize olmadığına gore… Tıpkı Demirel’in dediği gibi herkes işine baksın!
Yani biz neyi merak etmeliydik
Taha Yasin Ramazan gitti.
Günah Abdullah Gül’den gitti.
Hürriyet’te dizi oldu bu görüşme…
Ve Irak elden gitti çok ıraklara gitti!
Sıralama böyle ise, sen neden sızdırma yayının neler yaptırdığını merak etmiyorsun ey Adnan Öksüz
Merhum Turan Güneş vardı. Avrupadayken ve görüşmeler yapıyorken, almış eline telefonu, Ayşe tatile çıksın, diyor. Ayşe, kızı oluyor. Sonra ne oluyor (Biz Kıbrıs’a çıktık oluyor)Telefon sızdırılmış oluyor.
Turan Güneş’i andık bir de fıkrasını anlatmazsak olmaz.
Kartelin her kalemcisi sızdırmalık mıdır
Kimi de kendi parlattıklarına fıkra uydurmuştur. İşte onlardan birinin Turan Güneş’e hizmeti.
Turan Güneş, Kocaeli Milletvekili. Hendek Sakarya’nın bir şehri. Dur der o gazeteci kendi kendine. Turan ağbimize bir güzellik yapalım. Sonra oturur şu fıkrayı yazar.
Turan Güneş’in yanına bir hemşehrisi gelmiş.Köylü adam ne konuşacak Gördüğünü, duyduğunu…
- Efendim, demiş. Geçenlerde Hendek’e gitmiştim.Sizi orda da tanıyorlar.
Turan Güneş şöyle bir kıpırdamış. Köylü vatandaşın anlattıklarını duyanların iyi duyacağı bir ses tonuyla demişki:
- Evet beni Hendek’te de tanırlar. Ama hendeği geçtikten sonra tanımazlar!
Fıkra böyle ( Turan Güneş’in cevap verirkenki halini biz böyle yazdık) Merhum Turan Güneş’in aynen böyle demesi gerekiyordu. İşte Hendek, işte deve deseydi, bu fıkra olmazdı. Ya da Hendeklilere başına gelen halleri anlatması deveye hendek atlatmaktan zor olabilirdi.
Ya işte böyle sayın Adnan Öksüz. Hiç bir şey durup dururken olmuyor. Amerikalılar boşuna mı “Akıl Oyunları” filmleri yapıyorlar. Hem bizimle dalga geçiyorlar, hem akıllanın biraz diyorlar, değil mi
Ahmet Sever’de durup dururken yazmamış oluyor. Şimdi hiç değilse bir bahanesi var. 12 yılın gizli görüşmeleri filan yerde, falan yerde açıktan konuşuluyor, bu hal ne haldir, diye sual eden olursa, cevabı hazır olmaz mı
Ben bir kitap yazmıştım, oradan okumuşlardır.
Sen hala denize dalayım mı, bir balık alayım mı türküsünü çağır ey Adnan Öksüz!
Ne idi ne oldu
12 Eylül’den sonra Demirel’le görüşen Aziz Nesin bir tespit yapmış: Bir darbe daha görürse...
Bir darbe daha görürse... Cümleyi tamamlamak, kalbi dayanamaz kelimelerine düşmüyor ne yazık ki!
Bir darbe daha görürse komünist olabilir, diyor Aziz Nesin, Demirel için...
Bugün dönüp geriye baktığımızda yüzde 50 isabet görüyoruz o gün yapılan bu tespitte.
Bir darbe daha gördü Demirel... Görmenin de ötesinde içinde oldu, baş rollerinden birini ve en önemlisini kaptı o ihtilalin.
28 Şubat’ı armağan etti bu ülkeye.
Ve bu ihtilalden sonra Aziz Nesin tespiti yüzde 50 gerçekleşmiş oldu.
Demirel komünist olmadı ama...
CHP’li oldu.
Çünkü komünizm çoktan yıkılmıştı.
Tedbir
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan demişki: Güniz sokaktaki bu evi müze yapalım. Demirel’in yaşadığı o Ankara evini müze yapmak... Bir sebebi olmalı. Zira Isparta’da daha teferruatlısı yapılmış.
Sayın Cumhurbaşkanını anlıyoruz ve siyasi mücadelesini biliyoruz. Bir Süleyman Demirel daha çıkmasını istemediğindendir bu arzusu.
One minute sane simite
İnternet sitelerinden aldık aşağıdaki görsel anlatımı.
Bu ülkede bir seçim yapıldı.
Yorumlamak herkesin hakkı. Biz de savunuruz bu hakkı. Lâkin yorumcular ya da yorumlayanlar ele verirlerse kendilerini, ona dokunmak, orayı kanatmak da hakkımız olur.
Seçimden oy kaybederek çıkmış bir CHP’nin sevinmesini, zafer kazanmışlar edasında açıklamalar yapmasını, Türkiye’ye yeni yönler çizmesini herkes anlayabilir.
Daha büyük bir yenilgi bekliyorlardı, hayallerinde bu kadar oy almak yoktu; sevinmesinler de ne yapsınlar Diyebilir insanlar.
Kimilerince seçimin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan üstünden yorumlanmasını da anlamak mümkün. Tarafını belli etti, denilebilir.
Fakat bu muhalefetin de bir ölçüsü olmalı. Taraflı, tarafsız insanları üzecek bir söylem, akıllara başka ilişkiler ağını ördürür.
E. Dumanlı bey, “One minute” konu etmiş.
Seçmen, Tayyip Erdoğan’a öyle dedi, diyor.
Neden “One minute” sayın Dumanlı
O sözü Tayyip Erdoğan bir İsrail devleti yetkilisine söylemişti. İçinin doluluğu tartışılır.
Bu ülkenin AKP’ye muhalif insanlarının İsrail’in üzülmesine üzüldüklerini nerden çıkarıyor sunuz
Kendiniz gibi bilmekten mi
Ya da şöyle diyelim ve daha yumuşak olsun.
İsrail’e söylenmiş bir “One minute” sizi de sevindirmedi mi
Tayyip Erdoğan’ı eleştirecekseniz, bunu İsrail çağrışımsız neden yapmıyor sunuz
Cep telefonu icat edildi de
Demirel kullanmadı mı
12 Mart günlerini anlatıyor ünlü Demirelcilerden biri. Muhtıra geldi, ne yapacağımızı konuşuyoruz. Bir arkadaşımız dedi ki: Bu beş generali görevden alalım!
Sunay Cumhurbaşkanı. İmzası gerek. Demirel akşama kadar telefon etti. Sayın Sunay telefonlara çıkmadı.
Yani şapgasını alıp gitti, suçlamasının yersiz olduğunu böyle ıspatlamaya çalışıyorlar.
Sayın Sunay telefon başında mı bekleyecekti
Kararnameyi yazıp neden bizzat imzaya götürmedi O kararname imzalanmamış olsa dahi, Demirel’in demokrasiden yana olduğunun bir belgesi olmaz mı idi
O gün parti arkadaşlarını nasıl da oyalamış Demirel. İhtilalci Generalleri görevden alma geleneği oluşturulmuş olsa idi, ne 12 Eylül olabilirdi, ne de 28 Şubat. Demirel, geleceğinin hesabını yaparken bunları düşünmüş olabilir.
Sayın Sunay’a telefonun çaldığı veya Demirel’in aradığı neden bildirilmemiştir, önemli sorusunun cevabı basittir. Görevli kişi o sırada ya bir hatıra kitabı okuyordur, ya da bir hatıra kitabı yazmaya çalışıyordur. Olamaz mı
Bahçelerde mor meni
Demirel’i, Demirelce anlatan...
Demirel’e, ey Yavuz bu anlattığın Demirel ben miyim, dedirten...
Yavuz Donat’ın bir anlattığını alalım buraya; sonra söyleyelim esbab-ı mucibesini...
Recep Tayyip Erdoğan, ziyaretine gittiği Demirel’e “Sayın Cumhurbaşkanım” diye hitap edince, Demirel’den itiraz gelmiş: “Asıl sen benim Cumhurbaşkanımsın. Çünkü seni halk seçti.”
Bu Yavuz Donat anlatımının yukarısındaki ve aşağısındaki yazıları biz, Demirel’den daha adil olduğumuz için yazdık. Böyle biline...
*
Öncelikle bizim “Devşirme” çok kullandı o sözü. Sonra diğer beyazlar.
“Affedersiniz Ermeni...” meselesi işte.
Bu ülkenin İmam-Hatip Okullarında okumuş bir siyasetçinin, devletin en tepesine seçilmiş bir siyasetçinin, bir ırkı, bir milleti, dahası birlikte yaşadıkları bir insan topluluğunu, kartelcilerin anladığı ve anlattığı şekliyle anlatması, tarif etmesi edebine, terbiyesine ve eğitimine aykırıdır.
Bir insana, ey Fransız derseniz, o insan Fransız değilse, ben değilim der. Ey Ermeni derseniz, değilse ben değilim der.
Ama bir insanı, bir milleti anarak ve o milletin üreme gücüyle tanımlamaya kalkarsanız bu hakaret olur.
Tayyip Erdoğan’ın o tv programında anlattığı bu idi. “Affedersiniz Ermeni...” dediler, derken... Devamında bir kelime daha var, bu anlatımın.
Bunun böyle olduğunu “Devşirme” de biliyordu, o mahallenin beyazları da...
Bir Tayyip Erdoğan’ın uçak yolculuğu arkadaşları anlayamadılar, ağızlarını açamadılar savunmak için, yazamadılar da...
Böylece, onları da rahatlatalım istedik.
The şapgalı baba ve sayın Abdullah
Kitap mı önde, Ahmet mi
Merhum Demirel’in vefatından bir gün önce ve bu dünyalı insanlardan biriyle yaptığı son konuşmanın çözümü aşağıdaki gibidir.
Yavuz Donat’ın yazıları ve konuşmaları her yeri doyurduğundan, bu çözüm bizim sayfamıza sızdırılmıştır.
– Sayın Abdullah nasılsın, binaenaleyh ne yapıyorsun
– Okuyorum the Şapgalı Baba. Kitap okuyorum.
– “Abdullah Efendi’nin rüyaları”nı mı okuyorsun Binaenaleyh dedem bana oku yaz da adam ol dedi. Ben de okudum, yazdım, adam oldum. Sen de böyle mi okuyorsun sayın Abdullah.
– Ben yazmadım the Şapgalı Baba. Benim Ahmet yazdı, ama ben okuyorum.
– Nee Senin de mi Ahmet’in var sayın Abdullah. Binaenaleyh Ahmetlerin karışması, kapışması, yarışması fevkalade yanlıştır, hatadır, ayıptır!
– Benim Ahmet, Ahmet Sever the Şapgalı Baba.
– Senin Ahmet’inin ne yapar olduğunu sormadım sayın Abdullah.
– Ahmet Sever benim çalışanımdır the Şapgalı Baba.
– Eyi, eyi! Ktabını çalışa çalışa mı yazdı Binaenaleyh o yazarken sen ne yaptın
– Ben kimsenin kitap yazmasına karışmam the Şapgalı Baba. Ben kitap okurum.
– Adı ne okuduğun kitabın sayın Abdullah Binaenaleyh içinde kim var
– Adı “Abdullah Gül ile 12 yıl.” İçinde önce ben varım, sonra herkes var the Şapgalı Baba.
– 80 günde devrialem gibi bir şey mi bu sayın Abdullah Yoksa iki sene mektep tatili gibi mi Binaenaleyh 12 yıl uzun bir süre.
– Ama çok çabuk geçti the Şapgalı Baba. Bizim Ahmet bir daha baştan alalım, diyor.
– Sen de ona otur kitap yaz mı dedin sayın Abdullah Binaenaleyh patron sensin.
– Ben kimsenin ne yaptığına karışmam the Şapgalı Baba. Bana yazayım mı diye sordu.
– Sana mı danıştı. Binaenaleyh danışman olan o değil mi Devletin tepesinde görevlerin karıştırılması da, yarıştırılması da fevkalade yanlıştır, hatadır, ayıptır, günahtır!
– Ben de onu diyorum the Şapgalı Baba. Bir ben vardır, kitaptan içerü... Bana yazayım mı diye sordu
– Yani sizin Ahmet, Ahmet Sever olarak duruyorken, sen fevkalade yazar yaptın onu. Binaenaleyh doğru anladım mı sayın Abdullah.
– Beni anlaman için, benim kitabımı okuman lazım the Şapgalı Baba.
– Seni yazan yazmış sayın Abdullah. Binaenaleyh sen okudun da ne oldu Fevkalade kafan karıştı. Otur oturduğun yerde sayın Abdullah. Yolcu yolunda gerek, bana da eyvallah!
Kabak işte o kabak
“Halis cennet taamıdır kabak ye,
Sabah akşam pişir, tabak tabak ye!”
Geçen hafta yayınladığımız Ziya Gökalp şiirinin “tuttuğumuz” son mısralarıdır bu satırlar.
Sabri Gümüş telefon etti. Bu iki mısra beni aldı götürdü Konya topraklarına dedi ve anlattı.
Sabri Gümüş bir emekli adam. Her sabah uyandığına şükrederken, bugün de Millî Gazete’mi okuyacağım sevincini yaşayanlardandır.
O hatırlattı, Kırk Kandil yayınlarından “Hacı Veyiszade” kitabında geçen kabak bahsini. Hacı Veyiszade bir Mustafa Özdamar kitabıdır. Okuyun, o günlerden haberiniz olsun.
Eskiden Hicaz çok fakirdi, deliller gelirdi hacc-ı bedel götürmek için... Onnar Mekkeli, Medineli diyerek dedem onnarı misafir iderdi. Tabi evde bişiy yok, medresede bahçe var. Medreseden o gabak... Peygamberimiz gabağı severdi. Künde gabak, gabak gabak filan dirken Arab delil birgün: Hacı Veyiiis, Hacı Veyis, dimiş, peygamber lahm sevmezdi, decâce sevmezdi Yani et sevmez miydi, tavuk sevmez miydi de hep gabak gabak diyorsun, demeye getirmiş.
Dedem de rahmetlik: Şeyhim, inşaallah, inşaallah! dermiş.
Yidirecek amma, yok ki...