KULLANANLAR VE KULLANILANLAR
Meclis’te 15 Temmuz sabahsız ihanet girişimiyle ilgili olarak kurulan Araştırma Komisyonu’nun bir iyiliği de, milleti bilgilendirme işini yapmasıdır. İnsanlar geliyorlar, bilgi veriyorlar, biz de payımızı alıyoruz, gazetelerin haber yapıp duyurduklarından, köşecilerinin bu bir makaledir diye döktürdüklerinden...
Eski emniyet müdürlerinden Cevdet Saral’ın komisyona verdiği bilgi şu: “Eğer o rapor elimizde olmasaydı Ecevit bize Fethullah’ın Cumhurbaşkanlığını dayatacaktı” demiş, Genelkurmay Plan Prensipler Daire Başkanı Korgeneral Reşat Turgut.
O rapor, Ankara Emniyetinin hazırladığı bir rapordur. Cevdet Saral o raporun yazıcılarından olmasına rağmen itiraz ediyor: “Adam ilkokul mezunu bile değil. Ecevit bunu nasıl teklif edecekti?”
Gel de şimdi, üzüntü bir, deme bu duruma. Türkçe eğitimli bir emniyet müdürü, raporlar kaleme alan bir emniyet müdürü, gördünüz neye itiraz ediyor.
Halbuki Paşa’nın izahı gayet açık. Fethullah’ın Cumhurbaşkanlığını dayatacaktı derken, kastedilen şahıs değil, o düşüncenin bir uygulayıcısıdır. Artık adı ne olursa...
Paşa’nın görevi, raporcuların Türkçe anlama eğitimlerini tamamlamak değil. Kısa kesiyor: “Onlar kolay halledilecek işler.”
Lakin bu olay, bu anlatım kesmiyor Ecevit günlerinde palazlanmış ve bitleri kanlanmış kalemşorları. Sol açık hücumcu günlerinden, sol bek müdafilik günlerine eriyorlar.
İnsaf, diyorlar. Ecevit böyle bir teklifi çok önceden reddetmişti diyorlar. Demirel, kendini ikinci kez seçtirme ihtimali kalmadığında, Ecevit’e gel sen ol, demiş. Tahsilin uymaz ama, anayasayı değiştiririz garantisiyle.
İnanalım mı demesin, 12 Eylül öncesinin Demirel-Ecevit kapışmasının beşbinden fazla gencin kanına mal olduğunu bilenler hele. İnansınlar... Padişahlıkta kaldı, babanın oğluna devretmesi. Bizde demokrasi var artık. Demirel’in Ecevit’e devretmesinde ne mahzur ola ki...
Bilgilenmek işte bu. İyi ki Meclis’te komisyonumuz var. Daha neler öğreniriz kim bilir? Belki bir paşa da, “Kırk fırın ekmek yemeleri gerek” demişse, akıllarından geçirdikleri dayatmaları söze dökmelerini kastederek... İstanbul fırınlarını saymaya kalkanların hesap güçlerinin 15 Temmuz’a ulaşamayacağını anlamış olurduk biz de...
İş, “Ecevit bize Fethullah’ın Cumhurbaşkanlığını dayatacaktı” noktasına gelmişse bir ülkede, öncesi de olmalı ama...
T. Özal anlatmıştı: “Ben başbakanken, Kasım Gülek kendisini Cumhurbaşkanı yapmamı istedi.”
Yapılmadığını biliyoruz. Fakat kimsenin aklına nerede anlaşamadınız, sorusu gelmemiş olacak ki, hiçbir teferruat kayıtlara geçmiş değil.
Kasım Gülek bu teklifi götürürken yalnız olmasa gerek. İşte o yanındaki bu tecrübelerden sonra mı Ecevit’e dayattırmayı kafasına koymuştu, dersiniz.
Kasım Gülek, İsmet Paşa’lı CHP zamanlarında İsmet Paşa’ya rağmen CHP Genel Sekreterliğini kapan politikacı, diye ünlendirilen...
Kasım Gülek, en azılı DP muhalifi. Muhalefetine, katibi gazeteciler vasıtasıyla cinsiyeti sokan adam... Ne de olsa bekar, ne de olsa erkek... (Arkadaşlarına göre mi demeliydik?)
Kasım Gülek’in son ünlendirilmesinin de cenazesi dolayısıyla olduğu unutulmuş olamaz. Bugün raporlarda Cumhurbaşkanlığına dayatılacak olanca kıldırılması namazının, az mı propaganda edilmişti bu topraklarda? Fakat biz şimdi onun DP devrinde işlediklerini de hatırlatacağız.
Bir seçim öncesi. 1957 diye kalmış aklımda. Kasım Gülek bir ilan yapar partisinin kadın kolları toplantısında.
“CHP’yi iktidar yapın. Sizden birini alayım.”
CHP’nin bir hezimet daha yaşaması gelenekçiliğine bağlansa da o seçimden sonra, bizim iddiamız başka idi: Kadınların, duyduklarından ötürü seçim çalışmalarına katılmamaları... Katılsalardı ne olurdunun hesabı ayrı... Bu protestoyu görmeyen ya da saklayan CHP katibi gazeteciler, o seçimden sonra şöyle yazmışlardı: “Kasım Gülek’e sorduk: İstediğin olmadı. Ne yapacaksın? Onlarla (Böyle yazabildim) idare etmeye devam edeceğim.”
İşte o Kasım Gülek, kendisini kime pazarlatacağını, kimden Cumhurbaşkanlığı isteyeceğini bilmez mi? Hesaplaşma sorularından önce, benim üzüntüm, ona cinsellik dersi verecek, iktidara yakın olması dahi gereksiz, bir gazetecinin olmamasına idi.
Bugün, dünle birlikte yaşandığından bu ülkede, konu mecburen Ecevit’in dayatma arzusundan çıktı, DP günlerine kadar uzandı. Oralarda biraz daha dolaşalım öyleyse.
ÜSTÜN DURANLAR
Rahmetli Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’mızı konuşuyoruz bir Hoca’mızla. Menderes’in, “Çelik Kanatlı Menderes” destanının yazıldığı o uçak kazasından sonra İstanbul’a dönüşünde düzenlenen karşılama törenine katılmayacağını söylediğini anlatıyorum. Törene, Hahambaşı kendi kıyafeti ile, Başpiskopos kendi kıyafeti ile katılacak. Bense nasıl farkedileceğim diğer sivil vatandaşlarımdan... Benim sıfatım İstanbul Müftüsü. Benim de bir kıyafetim olmalı değil mi?
Misafiri olduğum Hoca, rahmetli Bilmen Hoca’mızın İslam’ın izzetini hep yüksekte tuttuğunu misalleriyle anlattı, tarihlerini de belirterek. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ayrılma sebebini de...
O Diyanet İşleri Başkanlığı’na oturanlardan birinin, Almanya’lardan özel uçakla gelip, devlet kesesinden elbette, bir ihtilalcinin ailesine ait ve fakat kendisinin olmadığı mevlide katıldığını, kapıdaki görevliden ispat olsun diye mevlid şekeri külahlarından aldığını ve yine devlet kesesinden özel uçakla Almanya’ya döndüğünü ve hatta rahmetli üstadın onun için boyu posu altıkulaç devrilsin dediğini de hatırladık orada. Yetiştirdiklerinin ya da yolundan gidenlerin peygamberlerimize ve Müslümanlara saygıdan çok uzak olduklarını ve Diyanetimizin onlardan kolay temizlenemeyeceğini de seslendirdik o sohbetimizde. Haberiniz olsun istedim.
Derken efendim, bulunduğumuz mekana devletlilerimizden bir zatı muhterem teşrif etti. Görevlilerinden biri de Hoca’mıza yaklaştı. Hürmetlerini bildirdi. İsterse kendisini devletlimize götürebileceğini söyledi.
Hoca’mızın cevabını herkes bilsin diye yazıyorum. Zira benim bir haftalık sevincimdi. Devletlimiz buraya buyursun! Hal hatır ve hoşbeşten sonra, herkesin elinde fotoğraf makinası görevi de yüklenmiş bir telefon aleti olduğundan ve insanlarımızın anı tespit etme ihtiyacını bildiğimizden, Hoca’m ve diğer misafiri arkadaş bir başka masaya kalkarlarken, ki ben sona kalmıştım; devletlimiz güldü: Ben de siz buradasınız diye gelmiştim. Doğrusu bu esprisini çok beğendim devletlimizin. Diğer insanları daha rahat ettirmek olduğunu söyledim kalkmamızın mazereti olarak. Anlaşıldık sanıyorum.
Yazılarından ve sohbetlerinden tanıyanlar bilir, bahis mevzuu ettiğimiz Hoca’mızın yaşantısından kesitlerin önemini... Tarihin dip notları gibidir onlar. Mutlaka öğrenilmesi gerekir diyoruz ve birini daha anlatıyoruz, üstünü biraz kapatarak...
Yurtdışından bir misafirim var. Ülkesi, Rusya’nın yıkılmasından sonra bağımsızlık kazananlardan. İlahiyat Fakültesi, İmam-Hatip Liseleri ve müftüler gayret alanı.
Ülkesine, Dünya Bankası’nın gönderdiği din eğitimi parasını hâlâ alan ve Komünizmin bir daha gelmesini bekleyen eski müftü ve arkadaşlarından o yardımın kurtarılıp, gerçek hocaların hizmetine sunulmasını istiyor.
Ünlü bir eski politikacıdan randevu aldık, gittik. Misafirim, her şeyi anlattı. Dünya Bankası’ndaki tanıdıklarını devreye sokmasını istedi. Bir bakalım hele’den sonra da aldı sazı eline.
O günlerde Gümrük Birliği anlaşmasını imzalamışız. Bende rahmetli Sabancı ağadan duymuştum macerasını. Bu antlaşma seksenüçbin sayfa. Okumamız onbeş yıl, anlamamız otuz yıl sürer, diyordu.
O politikacı da söyledi bunu, bana da Hoca’m diye hitap ederek: Hoca’m, Kur’an-ı Kerim altıyüz sayfa, Gümrük Birliği seksenbin sayfa... Böyle farklar varken... (Daha açık yazamam. Herkes kendi anlasın.) Ben bu soruyu Yusuf Kardavi’ye de sordum. Bana cevap veremedi, dedi.
Bu nokta bizim Hoca’mızın patlama noktasıdır. Susmasını beklemez. Siz der, ona da böyle saygısızlık yaptığınız için susmuştur. Yoksa pekala bilir size verilecek cevabı... Sonra, misafirime kalk gidelim dedim ve çıktık oradan.
Şartları oluştuğunda, yani birlikte olunduğunda işte böyle yaşanan olayları bilmek hakkımızı bugün böyle kullandık. Affımızı isterken, devam ediyoruz.
ÇOBAN VE BİR SÜRÜ ÖDÜL MÜ,
BİR SÜRÜ ÖDÜLCÜ MÜ?
Konuyu, “Ben de bir Çobanım” diyen Cumhurbaşkanı’mıza yeni muhalif söylemler, tanımlar geliştirme yarışına giren medya kalemşorlarına getirmeyeceğim bugün. Onların bir başka Çoban’a nasıl muhalefet ettiklerini bizzat yaşamıştık. “Çoban Sülü, Amerika’nın gülü” sloganı, standartlarının çok üzerinde bir üretimleriydi.
Çok konuşulan Doğan medyası ödüllerini bizim de tartışmamızın bir mahzuru olmasa gerek. O işlerin çok dışında olsak da...
Aydın Doğan, telefoncu spikeri kadar, gazetesinin günlerce yazdığı, köprüde asker kesenlerin döğdüğü ve köprüden atmak istedikleri foto muhabirini neden ödüllendirmedi, bunu anlamadım bir.
İkincisi ise, sunucusu adama, seyretmedikleri diziye de ödül verme noktasına geldiklerini söyletmesiydi.
28 Şubat’tan beri ürettikleri Fethullah dizilerinin artık seyredilmemesinin intikamını böyle mi alıyordu, bilmeyiz.
BİR BABANIN MİZAHI
Şimdi yazacaklarımız geçen hafta yazamadığımızdır. Bir 10 Kasım’da kaybettiğimiz Serdengeçti’miz Osman Yüksel’i dar bir vakitte anan Yazarlar Birliği’ne de destek olsun bu yazımız. Babasını anlatmıştı bize. Her çocuk gibi, o da babasının oğlu idi.
Babası çok espritüel biriymiş Osman Ağabeyin. Ölüyü güldüren mizah anlayışı vardı, demişti.
Bir Ankara ziyaretinde bindiği belediye otobüsünde yanına güzel ve genç bir kız oturur. Genç kıza sevgiyle bakmasını yorumlayamayan bakışlara karşı der ki: İhtiyarlıkla, bahtiyarlık bir araya geldi; ona bakarım!
Niyetin ve esprinin güzelliği güldürür insanları.
Otobüs, ineceği durağa gelip indiğinde ise, arkasından bağırır diğer yolcular.
– Hey amca!
Ne var, diye dönüp baktığında uzatırlar lastik ayakkabısını. Mestle birlikte giyilen lastikı, Anadolu insanının yegâne ayakkabısıdır.
Lastiğini tutar, alır.
– Ben aklım kaldı sanıyordum orda, lastiğim de mi kalmış?