Ben sana yazar olamazsın demedim

Abone Ol

Kalemle tanışalı neredeyse kırk yılı aştı. Yazma serüvenimde eskizlerime sabırla katlanacak tek bir kişi yoktu. Bana birileri ne yaptığımı ne kadar başarılı olduğumu gösterse ne güzel olurdu. Lakin heyhat! Yazmanın müstehzi karşılanıp dile dolandığı zamanlarda yaşıyorduk. Bütün hâsılamız deneme yanılma bir uğraşın neticesiydi.

İmam Hatip öğrencisiydik ve okulumuzda şiir yazmak ilahi söyleyebilmek kadar önem taşımıyordu. Necip Fazıl hâlâ hayattaydı. Sezai Karakoç’un ismi çok anıldığı halde şiiriyle ilgili tek satır bir şey söylenmiyordu. Çünkü Sezai Karakoç’un dünyasına girebilecek yapıda öğretmenlere sahip değildik. 12 Eylül diye bir şey vardı. Bu yüzden marşlara düşmüştü birçok şeyi açıklamak. Cahit Zarifoğlu ismi bilinmeyen ve de tanınmayan şairler listesine dâhildi.

Muhafazakâr hocalarımız aruz ve hece dışındaki şiirleri kayıt dışı şiir olarak görüyor ve bir şey anlamadıkları için yok sayıyorlardı. Bu yüzden bir süre Fuzuli ve Baki’yi ardından da Mehmet Akif ve Necip Fazıl’ı taklit eden şiirler yazmak için uğraşıp durdum. Lise 1. sınıfa geldiğimde İsmet Özel şiiriyle tanıştım. Ona öykünerek bir şeyler yazmaya çalıştığımda değerlerine aykırı hareket eden bir İmam Hatipli genç pozisyonuna düşüyordum.

Sivil İtaatsizlik kavramı icat edilmemiş ve biz hâlâ İmam Hatip Lisesi öğrencisine yakışır bir genç olma yürüyüşüyle idare etmeye çalışıyorduk. Şiirin öğretilebilir bir tarafı olduğunu bize düşündürecek bir gelişme de olmuyordu etrafımızda. Dünya dönmeye devam ediyor, fakat yaprak kımıldamıyordu. Lise yıllarımızda bu şekilde karanlıkta el yordamıyla bir şey arayarak geçti. Fakülte yıllarım kitapların kılavuzluğuna sığındığım yıllardı. Konferans salonlarının en arka koltuklarına saklanırcasına ilişip konuşan kişinin kimliğine ve kişiliğine bakmadan yazdıklarından azami istifade etmeye çalışırdık.

Yazdıklarımızın kâğıda geçmesi ile yayımlanması arasındaki mesafe uzun yıllar alıyordu. Erken sevinme denilen o avantajlı durumu yaşayanlardan değildik. Yazdıklarıyla iltifata mazhar olup şımartılan ya da başı okşananlardan ise hiç olmadık. Biri bizi bir eşikten geçirmeye görsün, o bizim kahramanımız sayılırdı. Kendini bir şey zannetme kompleksine hiç duçar olmamıştık. Derken gel zaman git zaman bütün derelerin üzerine yeni köprüler yapılıp o köprülerin altından nice sular aktı. Bir kerecik bile köprüyü geçerken aklımızın ucuna vefasızlık ya da kadirbilmezlik gelmedi.

Uzun yıllar kalemle ve kelamla ünsiyet kurmamızı sağladı. Yazdığımız telif eserlerin ülfetinden başkalarının da müstefit olması için gayret sarf etmeyi kendimize vazife bildik. Cümle kurmanın mimarisi üzerine gençlere yol gösterdik. Kelimelerde sıkışıp kalan bir dünyayı nasıl kurtarabiliriz sorunsalını en anlaşılır şekilde çiçeği burnunda yazarlara anlatmaya çalıştık. Hevesin ne denli kristal bir sözcük olduğunu bildiğimizden onu kırmamak için el üstünde tuttuk. Ekmeğimizi bölüşür gibi vaktimizi bölüştük genç kalemlerle.

Ne olduysa ilk cümlelerini kurduktan sonra oldu gençlere. Kurdukları cümlenin altından kalkamadı birçoğu. Kurdukları cümleye gereksiz anlamlar yükleyerek cezbeye gelip meczup oldular. Ne oldum delisi (meczubu). Selamı sabahı kesenler oldu. Bazısı selama dokunmayıp sadece sabahı kestiler. Dijital maskeler takarak sövüp kaçanlar oldu. Hele birisi vardı ki çuval dolusu karalamalarını okutup beni bir hafta yerimden kalkamaz hale getirmişti. Günü geçmiş cümlelerin tozunu yutmak zorunda kalmış ve zehirlenmiştim. Onu da tam anahtar teslimi bir cümleye yerleştirdim derken arkadan bana nanik yaparak girdiği cümlenin kapısını yüzüme çat diye kapatmıştı.

Yol yordam göstermek, kılavuz olmak ya da kendinden bir şeyler vermek bu yeni yetme yazarlar için emekten sayılmıyordu. Kul hakkı kavramı da lügatlerinden çıkalı hayli zaman olmuştu. “Küçük şiirleri ben yazdım” edasıyla hayata baktıkları için dünyanın geçiciliği gibi şeyler de gündemlerini işgal etmiyordu. Yazar olmanın bold ya da italik bir isme sahip olmak, tırnakla gösterilen bir insan haline gelmek olduğunu sanarak bunun hayallerini kuruyorlardı.

Yeni yetme yazarların en büyük sorunu, acelecilik. Zira hedefleri küçük istasyonlara ulaşmak. Aşkın bir hedef gözetmedikleri için birçoğu edebi seviyeyi adeta bir kariyer basamağı gibi görüyor. Usta-çırak ilişkisi belki pratikte somut olarak uzaklarda kalmış olabilir. Görünürde bir rahle-i tedris uygulaması olmasa da aynı çağda yaşayan bütün öncü şair ve yazarlar yola yeni koyulmuş olan genç yazarlar için hükmi anlamda usta sayılırlar.

Yeni yetme ya da genç yazarların bu izleri takip etmeleri şarttır. Rahle-i tedris ve usta-çırak usulü günümüzde usta yazarların yazma tecrübelerinden onları sıkı bir şekilde okumak suretiyle devam etmektedir. Unutulmamalıdır ki yaşadıklarına dair usul, yordam ve üslubu olmayanlardan yazdıklarına dair üslup, erkân ya da usturup beklemek iyimserlikten öteye gidemez.