Belki De Bu, Okuduğunuz Son Yazı Olacaktır!

Abone Ol

Hayatın kalbi öyle ritmik atar ki çoğu zaman sürekli dönen bir dünya üzerinde olduğumuzu bile fark etmeyiz. Bir anne için işleyiş hep aynıdır. Bir öğrenci için yol hep aynıdır. Bir baba için yöntem hep aynı... Sürekli bir koşturma, sürekli yolları aşındırma, sürekli yeni hedefler, yeni emeller... Sokaklar insan doludur, okullar insan dolu, alışveriş merkezleri, camiler, parklar, bahçeler… İnsan dolar taşar ama kimse görmez birbirini. Çünkü herkes, bir diğerinin gözlerinin içine iki dakika boyunca bakamayacak kadar yoğundur. Çünkü herkesin beklediği bir işi, yetişmesi gereken bir yeri vardır. Anneler meşguldür, babalar meşgul, çocuklar zaten hiç yetişemez hayata. Herkesin bir derdi muhakkak vardır zamanla. Bir türlü üstesinden gelemediğimiz işlerin ve önüne geçmeyi bir türlü başaramadığımız zamanın elinde oyuncak oluruz yaşamımız boyunca. Öylesine büyük bir hengâmeye doğmuşuzdur ki büyüdükçe o kargaşa normal gelir bize. Ama değildir. Beklediğimiz işi yapamadığımız ve madden çok ciddi darbe aldığımız ilk an anlarız işlerin öyle olmadığını. Ya da amansız yakalandığımız bir hastalıkta anlarız aslında bu koşturmacanın insanı bir yere vardırmadığını. Günlerce evin içinde sesini duymasak rahatsız olmayacağımız yavrumuzun, ansızın bir kaza haberini duyduğumuzda anlarız ondan değerli bir şeyimizin olmadığını!

Peki, hiç içinizin sızladığı oldu mu küçük yavrunuza sarılırken Sanki ona son kez sarıldığınızı hissettiniz mi hiç Ya da gece olduğunda uykuya dalmak üzereyken, bir anda korkuyla açtınız mı gözlerinizi Sanki o gözler bir daha hiç açılmayacak gibi hissettiniz mi Ya da annenize sesinizi yükseltirken ürperdiğiniz oldu mu Onunla son konuşmanız olacağını hissettiniz mi

Elbette hayat böylesi bir paronayaklıkta yaşanılamaz. Fakat aslolan, insanın önem ve öncelik sırasını belirlemesi için kendine ve hayatına çeki düzen vermesi için içinin sızlaması gerektiğidir. Uğrunda sürekli koşturup durduğu dünyanın yuvarlak olduğunun idrakinde olması, ne kadar koşarsa koşsun hep aynı yere varılacağını anlaması açısından gereklidir. Ayağının altında dönüp duran bir evrende yürüdüğünü bilmesi, yürüse de yerinde sayıyor olduğunu görmesi açısından önemlidir.

Peki, ne yapacağız Dünya dönerken bizler yerimizde çakılıp kalacak mıyız Elbette hayır. Sürekli çabalayacağız ama onun hamalı olmadan, onun elinde oyuncak olmadan. Emrimize verilen eşyalara köle olmadan, araçları amaç edinmeden…

Merak ediyorum, bir gün uyansak ve önümüzdeki yirmi dört saatin yaşamımızın son günü olduğunu öğrensek, bir tam gün boyunca neler yapardık acaba İşe gider miydik, okula gider miydik, o gün çıkacağımız alışverişimize gider miydik Denseydi ki bize “Artık yolun sonuna geldin” ne yapardık o zaman Çocuğumuza bakışımız değişmez miydi Eşimizi evden uğurlamamız değişmez miydi Anne babamıza sarılmamız değişmez miydi

Eminim, mağaza mağaza dolaşıp doldurduğumuz dolaplar dolusu kıyafetlerimizi birilerine vermek isterdik. Yıllarca çalışıp biriktirdiğimiz mal varlığımızı vasiyet etme derdine düşerdik. Hiçbir şey görünmezdi gözümüze. Ne ev, ne araba, ne mal, ne para… Uğrunda koşturup durduğumuz, gözümüzde büyüttüğümüz dünya hayatı, nasıl da küçülüverirdi, nasıl da değerini kaybederdi değil mi Sadece sevdiklerimizle güzel bir gün geçirmek isterdik. Bizi gülerek hatırlamaları için, hep güleceğimiz, hep güzel sözler sarf edeceğimiz bir gün.. Kırdığımız insanlardan özür dilerdik hemen. Suçun kimde olduğu kimin umurunda olurdu ki artık Eşimize sevgi dolu bir mektup yazardık. Çocuğumuzun içini ısıtacak bir hitap kullanırdık. “Üç defa anne hakkı” dendiği için üç kez helallik isterdik annemizden. Belki hiç sarılmadığımız babamıza sarılırdık. Adını bile bilmediğimiz komşumuzun kapısına vurup, selam verirdik. Sokakta mendil satan çocuğa cebimizdeki tüm paramızı verirdik. Sonra mı Sonra öyle bir namaz kılardık ki, seccademiz titrerdi mutluluğundan. Çünkü bilirdik ki o secde sonumuzdu bizim... Olabildiği kadar kaza namazı kılardık. Günahlarımız, hatalarımız bir bir gelirdi gözümüzün önüne ve hemen açardık ellerimizi semaya, mahcup bir şekilde. Açar ve af dilerdik, af makamından. Günleri, ayları, yılları heba edip de bu özrü son güne bıraktığımız için burkulurdu içimiz olabildiğine. O an, hiç hissetmediğimiz kadar hissederdik şah damarımızı yüreğimizde...

Öyleyse neden yapamıyoruz bunu Neden yaşadığımız an, son anımızmış gibi davranamıyoruz Neden ayrıldığımız evimize sanki bir daha geri dönmeyecekmiş gibi veda edemiyoruz Neden sanki o son fırsatımızmış gibi kılamıyoruz namazımızı Son secdemizmiş gibi uzatamıyoruz Rabbimizle selamlaşmamızı Yarına çıkacağına kimin garantisi var ki

Kimsenin yok değil mi Bize “Bugün ölüyorsun” deseler bu saydıklarımızı o güne sığdırmamız mümkün değildir. Ve zaten hiç kimse bize ne gün öleceğimizi söyleyecek de değildir. Ya biz, ya sevdiklerimiz; ama ayrılık insanı muhakkak hiç beklemediği bir yerinden yakalayacaktır. O yüzden her günü son günümüzmüş gibi yaşayalım. Her anın bir daha geri gelmeyeceğini bilerek hakkını verelim. Ailemizin, sevdiklerimizin, anne babamızın, en önemlisi de Rabbimizin bizden razı olup olmadığını sürekli olarak kontrol edelim. Geri dönüşü olmayan sözler sarf etmeyelim, çıkmaz yollara girmeyelim, kardeşlerimizi incitmeyelim. O son günde yapmak istediğimiz veya yapmak zorunda olduğumuz şeyleri listemize alalım şimdiden. En azından günümüzün bir kısmını ayıralım ve yatırım yapalım ahiretimize. Sevdiğimizi söyleyelim sevdiklerimize. Gönülden bağlanalım Rabbimize.

Müslüman olmak, Müslümanca düşünmek, Müslümanca yaşamak, son nefesimizi verirken keşke dememek, keşkelerle boğulmamak için her günümüzü sonmuş gibi, her ibadetimizi bir yenisi olmayacakmış gibi itina ile yapmaya çalışalım. Hasan-ı Basri’nin de dediği gibi: “Dünya üç gündür; dün, bugün ve yarın. Dün geçti, yarının geleceği belli değil, öyle ise bugünün kıymetini bil.”