Trump’ın “ İsrail’i biz güçlü kıldık” itirafı, Batılı liderlerin sessizliği ve göstermelik ateşkes sevincine karşı, Bahçeli’nin TBMM kürsüsünden yaptığı “Davul zurna çalmanın alemi yoktur” çıkışı, sahte barış şovlarının maskesini düşürdü.
Zirve fotoğraflarıyla, el sıkışmalarla, niyet belgeleriyle dünyanın vicdanı yeniden pazarlık masasına kondu. Şarm el-Şeyh’te atılan o pozların arkasında ise bir gerçek var: Savaşın, silahın, sevincin ve kazancın dili hep aynı. Trump meydan okudu:
“İsrail’i biz güçlü kıldık… En iyi silahları üretiyoruz… İsrail halkı bilsin, ABD her zaman arkanızda.”
Bu itirafın üzerine sığdırılmaya çalışılan “ateşkes” nutukları, gözleri örtmeye, suç ortaklığını hafifletmeye yetmez.
Gazze’de 67 bin 173 can gitti. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Sayılar sadece rakam değil; her biri geride kalan bir aile, söndürülen bir umut, yıkılan bir hayat demek. Bu kadar açık bir insanlık dramı varken, bazı liderlerin tören kürsülerinde “barış niyeti” imzası atıp, diğer tarafta savaş makinelerinin tedarikçisi, satıcısı, alkışçısı olmuş olmaları kabul edilemez. Bir fotoğraf karesinin ardına saklanarak vicdanımızı susturamazsınız.
Trump’ın itirafı, suç ortaklığının itirafıdır. “Netanyahu beni çok sık aradı; şu silahı, bu silahı bana sağlar mısın?” demesi, bu coğrafyada dönen kirli ekonominin ve siyasetin çıplak tablosunu ortaya koyuyor. Bu çıkarlar ne insan hayatını ne de adaleti gözetiyor. “Barış”tan söz edenlerin bazıları, bu savaşın yükünü değil, kârını paylaşıyor.
TBMM Grup Kürsüsü’nden MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı konuşma, bu oyalanma siyasetinin fotoğrafını net biçimde ortaya koydu. Bahçeli, “Akıbetinin ne olacağı kestirilemeyen bir ateşkesle oyalanmanın, üç beş esir takası yaşandı diye davul zurna çalmanın bir alemi yoktur” diyerek aslında bir gerçeğe işaret etti. Bu sözler, Gazze’deki büyük yıkım karşısında sahte sevinçlerin, diplomatik makyajların vicdanı tatmin etmeyeceğini anlatıyordu.
Bahçeli’nin uyarısı yerindedir: Gazze, kimsenin “emlak projesi” değildir; “nevzuhur Dubai” hayallerinin, yatırım haritalarının konusu hiç değildir. Orası mazlumların toprağıdır; hakkı yenmiş, evleri başına yıkılmış bir halkın vatanıdır.
Ve eğer 1967 sınırları temelinde, başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulmayacaksa, bu coğrafyada yapılan her ‘barış’ töreni bir kandırmacadır. Mevzi kazanımlarla avunmak, aslında zulmün devamına rıza göstermektir,diyor Devlet Bahçeli.
Kaldı ki, o zirveye katılan liderlerin hiçbiri bu katliamı önleyecek gerçek bir yaptırım uygulamamıştır. Kimisi sert kınama mesajlarıyla yetinmiş, kimisi sessizliğe bürünmüştür. Fakat ticaretleri, diplomatik ilişkileri, güvenlik anlaşmaları hep devam etmiştir. Şimdi ise kalkıp “Gazze seviciliği” yapıyor, kameraların önünde sözde barış pozları veriyorlar. En ironik olanıysa, katliama en büyük desteği verdiğini açıkça itiraf eden Trump’la aynı karede gülümsemeleridir. Trump, “İsrail’i biz güçlü kıldık, silahları biz verdik” derken, yanındaki liderlerin o sözlere sessiz kalması, bu utancın ortaklığını teyit etmektedir.
Katliamdan kimse ama kimse “barışı biz sağladık” diye kendine kahraman üretmesin hele hele memleket içinden, yaptıkları savunmalarla bu kahramanlık hikâyesini pompalayan “tayyip savarlar”! Eğer gerçekten kahraman gösterilecek bir aktör aranıyorsa, bakalım hangisi yaptırımları en ağır uyguladı? Bugüne kadar en net, en somut yaptırımı halkının basıncı ve duruşuyla uygulayan devlet İspanya olmuştur. O yüzden kahramanlık payesini hak eden varsa, önce o dürüst, caydırıcı ve sonuç alıcı adımları atanlar olmalıdır; sözde fotoğraf pozlarıyla değil.
Ve elbette bu milletin vicdanında gerçek kahramanlar bellidir: Gazze’ye yardım götürmek için ablukanın zincirlerini kırmaya çalışan Milli Görüşçülerdir; o gemilerdeki sivil gönüllülerdir; Gazze’ye ses olmak için bedel ödeyen üç milletvekilimizdir. Onlar alkış beklemeden, reklam yapmadan, risk alarak bu onurlu davanın temsilcisi oldular.
Bu tabloyu unutturmaya kimsenin gücü yetmez. Barışın dili, katillerle verilen pozlarda değil; adaletin yanında durabilme cesaretidir.
Güya “Netanyahu gelmesin” demişler… Ama aynı Netanyahu’nun ordusuna, ekonomisine, silahına ve siyasetine hâlâ destek verenlerle yan yana oturmakta hiçbir sakınca görmemişler. Bu nasıl bir çelişkidir, nasıl bir ikiyüzlülüktür?
Siyaset, güçlülerin gazetelerindeki manşetlerle, tören fotoğraflarıyla ölçülmez. Bir liderin değeri, zalime karşı duruşuyla, mazlumu savunmasıyla ölçülür.
Kamuoyuna, seçmenlere ve siyasi aktörlere çağrım net: Şovun arkasındaki gerçekleri görün. “Barış” adı altında yapılan törensel gösteriler, gerçek barışı getirmez; gerçek barış, adaletin, eşitliğin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının tesisiyle mümkündür. Gazze’nin yeniden inşası, geçici yardımlarla değil, kalıcı siyasi çözümlerle, uluslararası hukuk temelinde sağlanmalıdır. Bu, sadece Filistinlilerin değil, bölgemizin de güvenliği için şarttır.
Son sözüm:
Aslında bana bu “barış anlaşması” hep o meşhur hikâyeyi hatırlatıyor:
Bir kurbağayı kaynar suyun içine atarsan, can havliyle sıçrar ve kurtulur.
Ama onu soğuk suya koyup altını yavaş yavaş ısıtırsan, mayışır… kalır… çıkamaz.
Gazze meselesi de bugün aynen böyledir.
İnsanlık, her gün biraz daha alıştırılıyor: önce sessizliğe, sonra kayıtsızlığa, en sonunda da zulme ortaklığa.
Isınan suyu fark etmeyen o kurbağa gibi, vicdanlar da yavaş yavaş kaynıyor.
Ama Gazze’de insanlar hâlâ direniyor.
Küllerinin içinden yeniden doğrulan bir onurla, açlıkla, yıkımla, ölümle sınanırken bile insanlığın utancını değil, onurunu temsil ediyorlar.
O çocuklar, o anneler, o yaşlılar… Her biri bu çağın aynasıdır.
Ve biz, o aynaya baktığımızda kendi vicdanımızı görmüyorsak, aslında kaynayan suyun tam ortasındayız.
Bir millet olarak onurumuzu ve insanlığımızı koruyabilecek miyiz,yoksa birkaç fotoğraf karesiyle, bazı liderlerin alkışlarıyla kendimizi mi avutacağız?
Gazze’nin sesi sadece keder değil; bir uyarıdır.
Bu uyarıyı duymayan, tarihten ve insandan ders almayan siyasetçiler, yarın büyük bir utançla hatırlanacaktır.