Kendini bilen efsane aranmaz. Ne kendisinde ne bir başkasında… Piramit benzeri yapılarda görülen yıkık mimari, insanın içinde yükselir. Yahut görkemli bir enkaz mahiyetinde birikir. Zaten yıkık olan yıkılmaz. Ona ilişmek bile abestir. Kendi canına kıymak isteyeni öldürmek, ona buna sataşıp adeta dayak yemek için didineni dövmek, mazlum olana zulmetmek gibi... Baştan mağdur ve mazur olanı gücü ya da güçsüzlüğüyle sınamak ona beslendiği kaynağı sağlamak olur. Söz temsil musikiye yönelik bir güzelleme niyetine; ‘müzik ruhun gıdasıdır’ diye söylenir. O halde mütemadiyen müzikle iştigal etmek ruhsal obeziteyi getirir. Kral, bir gün daha fazla güçlü olacağını hayal etmez; gücünün yettiği şeyi zaten yapar. Onun gücünün sınırlarını düşünmek ya da bir gün onun yerine geçmeyi hayal etmek güçsüzlere kalır. (Kendini bilmek bağlamını tasavvufçular; ‘Men arefe nefsehu, fekad arefe rabbehu’ terkibiyle, yani, ‘Kendini bilen rabbini bilir’ diye bir saptamayla dile getirir. Ancak dilin söylediği pek de yer etmemiş olmalı ki kişilerin ardına takılmak adeta ön şarttır! Oysa kendini bilen hangi anlama çekilirse çekilsin efsane aranmaz. Binaenaleyh tekrar tekrar anlaşılmalıdır ki; peygamberler vahiy almalarına, başka âlemler ve varlıklarla irtibat kurmalarına rağmen efsane değil hakikattir. Ve yine bir başka âlemle doğrudan irtibat kurduğunu iddia eden ya da başkaları tarafından öyle özellikler yüklenen herkes efsaneden ibarettir.)
Bir davaya inanmayan, bir görüşe bağlı ya da birine sadık kalmayan insanların yüreği daha kolay katılaşır. Yahut da kalbi katı olanların bir davasının olmadığı, gittikçe acımasızlaştığı; tahammülsüz, gaddar, zalim bir hâl aldıkları görülür. Pekâlâ, bu durum deneyimlenebilir ya da çok uzaktan gözlem ile fark edilebilir. Zaten yakınlaşmak, aynı derdin ateşinde yanmayı yahut bunu göze almayı getirir. Nitekim kalın saray surları, muhafızlar, muhkem kapılar duvarlar krala ulaşmayı, onun müşahede ediliş ihtimallerini ortadan kaldırır. Öyle bir yaşantıya şahit olan yanındaki dalkavuklardır. Ancak dalkavukların aktardığı tarih asırlara ışık tutar, neredeyse her devrin insanına muhteşem izlenimler yansıtır!
...
Doğru, hangi mihenge vurulsa onunla denetlenebilen, öğretilebilen, dolayısıyla öğrenilen yordamdır. Dilbilimsel ayrımlar bir yana bırakılıp hakikat diye anlaşılırsa doğru mutlaklaştırılabilir. Yanlış içinse sınırsız yordam bulunur. Bir futbol maçında gol atmak gibi... Şöyle ki bir müsabakada gol olabilmesi ve bunun skora yansıması için topun kale direkleri arasından yahut yerdeki çizgiden tam olarak aşması gerekir. Bu gol için yegâne doğrudur. Topun 'aut'a, 'korner'e çıkması, kalecinin yakalaması, kale direğinden dönmesi, offside olması ve benzeri binlerce alternatif, golün gerçekleşemeyişindeki yanlışlardır ki zaten böyle durumlarda gol olmaz. Doğru, kale direkleri arasından geçmek kadar kolay ve yegâne yöntemken, yanlış çok çeşitlenir. İşte o yegâne yordam öğretilir, yanlışlar öğretilmez. Futbolcular şut çalışır, en doğru şekilde nasıl pas atılacağını idmanlar, taktikler geliştirir ve onlar herhalde kale önünde topun nasıl havaya dikildiğini, nasıl kale direklerine çarptırıldığını, nasıl kalecinin kucağına atıldığını, nasıl tribünlere gönderildiğini, nasıl kaleden uzaklara fırlatıldığını öğrenmez. Yanlış yordamların hiçbiri mevzuun müfredatına girmez, öğretilmez, üstüne çalışılmaz. İnsan evladı kendisine verilen sınırlı, kısıtlı, kıt imkânla, karşısında parlayan doğruyu es geçip sürüyle yanlıştan birine dadanmayı başarır. Yani yanlış için öğrenmek hem akli olarak anlamsızdır, hem de bunun için uğraşmak abestir.
Diğer yandan doğru addedilen tesadüflerden hoşlansa da eyleme döküldüğünde mütemadiyen rastlantısal bir düzlemi talim etmek doğru olanı yapmak anlamına gelmez. Bu gibi durumlara ancak Chaplin'den devşirme senaryolarda rastlanır. Kurgudur. Hiçbir tesadüf sürekli doğruyu ele vermez. Fal gibidir, şans oyunu ya da komplo teorisi gibidir; her defasında tuttuğu da olur ancak bu onu doğrulamaz. Zira eylem, yöntem, yordam ve ona inanmak baştan yanlıştır.