Bugün arkadaşım Sevde’nin vefat ettiği gün… İçimde bir burukluk var ve hatıralar gözümde satır satır canlanıyor. 20 yıl önce bugün Fatih Çarşamba’dan uğurladığımız arkadaşım, ölümüne yakın tarihte bir vasiyette bulunmuş ve vefatından sonra kendisine ait olan ne varsa yakıp yok etmemizi istemişti. Dostum dediğiniz kişiyi kardeşinizle eş görürsünüz ve ondan kalan hatıralara hürmet eder, onun yadigârı olan eşyaları özenle saklarsınız. Ama dünya ile bütün bağlarını koparan arkadaşım geride hiçbir şey bırakmayın diyor ve vasiyetini sadece ailesine değil tüm dostlarına duyuruyordu. Bu sanırım dünyaya genç yaşta veda etmenin en ağır kısmıydı... Acı… Burukluk… Ve yarım kalmış hayaller…
Vefatından bir hafta önceydi, iki arkadaş onu Çarşamba’daki evinde ziyaret etmiştik. Şehrin üzerinden kara bulutlar geçtiği anlarda dahi neşesini hiç kaybetmeyen Sevde, başını yastığa yaslamış veda anını bekliyordu. Herkesten, her şeyden vazgeçmişti, ismini heyecanla telaffuz ettiği biricik yeğenine dahi bakmıyor, gözlerini boşluğa dikmiş, geminin kıyıya yaklaşacağı anı bekliyordu.
Güçlükle konuşuyor ve aynı ifadeleri tekrarlıyor, “Ben gittikten sonra bana ait ne varsa atın, kimsenin beni hatırlamasını istemiyorum” diyordu. Annesi kulağına eğilip bir şeyler fısıldamıştı ama Sevde kendini dünyaya kapamıştı ve kısık bir ses tonuyla aynı ifadeleri tekrar ediyordu, “Hiçbir şey bırakmayın, ismimi zihninizden silin, benimle yaşadığınız her şeyi yok sayın” diyordu. Bu ifadeler omuzlarımıza binmiş ağır bir yüke dönüşüyor ve acımızı daha da artırıyordu.
Sevde dünyaya veda ederken elinin değdiği tüm eşyaları, yaşadığı tüm hatıraları silmek istiyordu. Umutlarını, kavuşamadığı sevgisini, onca yıl kurduğu renkli hayalleri ebedi âleme bırakmış ve dünyada hiçbir iz bırakmamaya karar vermişti. Ama bu mümkün olabilir miydi? Toprağa ayak basan bir insanın geride iz bırakmaması düşünülebilir miydi?
Saatler durmuş, yer gök susmuş ve Çarşamba’da ahşap bir evde bir kadın vaktin dolmasını bekliyordu. Nefes alıp vermekte dahi güçlük çekiyordu Sevde… Ölümü temenni eder gibiydi, rengi solmuş, bedeni zayıflamış, gözlerinin feri kaybolmuştu. Renkli kıyafetleri, gülerken düşündüren esprileri, ikram severliği, vefası ile tanıdığım arkadaşım gitmiş, yerine dünyadan elini eteğini çekmiş bir nefes kalmıştı.
Sevde tüm bağlarını kopardığı dünyada pek fazla kalmadı, bir yaz akşamı ezan okunurken kavuştu Yaratıcı’sına... Vuslatın ezan okunurken gerçekleşmesini istiyordu öyle de oldu. Bu onun duasıydı… Sevde’nin vefatından sonra derin bir boşluğa düştüm ve Kiremitçi Sokak’tan bir süre geçemedim. Onunla bir araya gelip sohbet ettiğimiz mekânlardan uzaklaştım, hafta sonlarını sevemez hale geldim.
Sevde geride bir vasiyet bırakmış ve ölümümden sonra bana ait ne varsa atın demişti. Bir akşam vakti onun vasiyetini yerine getirmek için kütüphaneme göz attım ve iki yıl önce hediye ettiği romanı buldum. Ortamın atmosferi birden değişti… Duygularım dalgalı bir denize dönüştü ve kendimi koskoca bir hatıralar şehrinde buldum. Acımla yüzleşmek için pencereyi açıp gökyüzüne baktım. Ne yapmalıydım? Bana ait olan hiçbir şey bırakmayın diyen arkadaşımın vasiyetini yerine getirmeli miydim yoksa bu ifadeleri hastalığın tesiriyle söylediğini düşünüp vaz mı geçmeliydim?
Atsam da ne değişecekti ki? Hatıralar olduğu yerde olduğu gibi kalacaktı…
İnsanın dünyaya bıraktığı izi silecek bir şey var mıydı? Sevde’nin yaşadığı eve gidip ona ait olan giyim eşyalarını, mutfak araçlarını, kitapları, aksesuarları, fotoğrafları, süs eşyalarını elden çıkarıp evi tamamıyla boşaltabilirdik peki yaşanmışlıklarını ne yapacaktık? Onca olayı, onca hatırayı, onca sözü silebilecek bir araç var mıydı? Çağın en gelişmiş araçlarını kullanmış olsanız dahi yüreklerden dökülen sözü silebilir miydiniz? Bu mümkün değildi… Sevde dünyaya veda ederken geride onurlu bir iz bırakmıştı ve ne yaparsanız yapın o iz hep kalacaktı.