Memleketin üzerine kara bulutlar ve karabasanlar çökmüş durumda...
Bir zamanlar erdemin, bilginin ve olgunluğun simgesi olan sükût, artık suça ortaklık ve hatta kötülüğe göz yumma halini aldı. Toplumun her köşesinden yükselen ahlaki çöküş, çocuklara, kadınlara ve savunmasız bireylere yönelik zulüm vakaları münferit olaylar olmaktan çok, köklere işlemiş bir yozlaşmanın acı feryatları haline geldi.
Bu yozlaşma, bu çürümüşlük ve bu pis kokular, toplumun en üst kademelerinden en derinlerine kadar ürkütücü bir hızla yayılmış/sızmış bir durumda...
Geldiğimiz noktada, toplumsal dokumuz paramparça olmuş durumda...
Eskiden bizi bir arada tutan, birbirimize kenetlenmemizi sağlayan o görünmez bağlar, ne yazık ki koptu. Sokağa çıktığımızda yüzlerdeki o samimi gülümsemelerin yerini, derin bir şüphe ve güvensizlik almış halde...
Komşuluk ilişkileri, bir zamanlar hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıyken, şimdi sadece birer anıdan ibaret...
Anne babalar, en değerli varlıkları olan evlatlarını bile en yakınlarına emanet edemez hale geldi; zira her köşe başında bir tehlike pusuda bekliyor gibi...
Güvenebileceğimiz bir liman arıyoruz, ancak ufukta görünen tek şey, güvensizliğin sisli bulutları...
Bir zamanlar toplumun kılcal damarları olarak görülen, toplumsal vicdanın sesi olan hocalar, öğretmenler, hatta bürokratlar bile şüphe bulutunun altında... Çünkü gücün ahlaki değerlerden yoksun olduğu bir ortamda, adalet de kaçınılmaz olarak körleşiyor.
Toplumun (istisnalar hariç) pusulası makam, kıblesi para olmuş...
Doğruluk, dürüstlük, merhamet ve hoşgörü gibi insani hasletler, ne yazık ki "aptallık" olarak damgalanırken, zalime ve zulme karşı bir duruş sergilemek, hakkı haykırmak, adaletin tesisi için canla başla çalışmak ise "tahrik ve isyan" olarak yaftalanıyor/damgalanıyor.
Bu çarpık düzen içinde, vicdan sahibi her insan, kendisini bir ikilem içinde buluyor: Ya suskunluğa bürünüp bu çürümüşlüğe ortak olacak, ya da zulme karşı dimdik durup bedel ödeyecek...
Peki, bu derin ahlaki erozyonun asıl mimarı kim? Sadece suça bulaşmış birkaç münferit figür mü bu tablonun sorumlusu? Kesinlikle hayır.
Zira bu derin ahlaki çöküşün sadece birkaç yozlaşmış bireyin eseri olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Suç, işlendiği anda filizlenir, ancak asıl zehrini, görmezden gelindiğinde, üzeri örtüldüğünde ve hatta sessizce onaylandığında yayar. Bir toplumun vicdanı, suçun karşısında suskun kaldığında, çürümeye başlar.
Yıllardır süregelen ve adeta mevcut iktidarın bir yönetim felsefesi haline gelen “bizim adamımızsa sorun yok” yaklaşımı, bu ahlaki erozyonun en büyük mimarıdır. Bu anlayış, yolsuzlukların sıradanlaşmasına, liyakatsizliğin tavan yapmasına ve her türlü kayırmacılığın sistemin bir parçası haline gelmesine zemin hazırlamıştır. Siyasi gücün, hukukun üstünlüğünü hiçe sayarak kendi çıkar çevresini koruması, hesap verilebilirliği ortadan kaldırmış ve adaleti bir yanılsamaya dönüştürmüştür.
Ancak sorumluluk sadece iktidarda değildir. Toplumun geniş kesimlerinin bu duruma karşı sessiz kalışı, umursamazlığı ve hatta bazen rıza gösterişi, ahlaki çöküşün derinleşmesine katkıda bulunmuştur. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mantığı, bireysel çıkar peşinde koşarken kolektif vicdanın körelmesine neden olmuştur. Suça seyirci kalmak, suça ortak olmaktır.
Tüm bu süreçlerin hazin bir sonucu olarak, bugün karşımızda dinsiz bir din anlayışı, vicdanını yitirmiş bir adalet sistemi ve ruhsuz bir eğitim düzeni duruyor. Yani, ortada sadece bireysel ahlaksızlıklar değil, tam anlamıyla sistemin kendi eliyle oluşturduğu bir çarpıklık var. Bu sistem, kendi çürümüşlüğünü besleyen bir kısır döngüye girmiş durumda...
Peki biz, bu topraklarda yaşayanlar, gelecek nesillere ne bıraktık?
Doğruluğun sarsılmaz kalesini mi, yoksa çıkarların batağında savrulmayı mı miras bıraktık?
Adaletin ışığıyla aydınlanan bir yol mu yoksa güçlüye biat etmenin karanlığıyla gölgelenen bir yol mu bıraktık?
Bugün ekranlara yansıyan o utanç verici görüntüler, vicdanlarımızı kanatan haberler, aslında bir neslin sessiz çığlığı değil mi?
Korkunun prangalarına vurulmuş, haksızlığa karşı sesini yükseltemeyen bir toplumun acı feryatları değil mi?
Her suskunluğumuzda, "bize ne" dediğimiz her an, o çığlık biraz daha büyümedi mi?
Ruhlarımızın derinliklerine, vicdanlarımızın kuytularına işlemedi mi?
Toplumun en derinliklerinde, sinsice yayılan bir çürümüşlük var ve bu çürümüşlüğün kokusunu vicdanı ölmemiş her insan en keskin bir şekilde duyuyor. Bu koku duymamazlıktan gelindikçe, kendi ruhlarımızla birlikte, gelecek nesillerin umutlarını karartmayı da göze almış oluyoruz.
Geldiğimiz bu hal, artık bireysel ahlaksızlıkların ötesinde, doğrudan sistemin kendisinden kaynaklanan bir çarpıklık... Ve bu sistemin zirvesindeki isimler/iktidardakiler, bu ağır sorumluluğun ve vebalin altından kalkamayacaklar... Zira yönetenin ilk ve en önemli görevi, sadece yollar, binalar yapmak değil; o yollarda yürüyen insanın ahlakını, vicdanını ve karakterini de doğru istikamette tutmaktır.
Şimdi, bu acı gerçekle yüzleşirken soruyorum:
Hangi dini sembol, içine gizlenen zulmü görünmez kılabilir?
Hangi etkili nutuk, bir mazlumun sessiz feryadını dindirebilir?
Bu ülkenin gerçek kurtuluşu, yalnızca yüksek binalar dikerek veya ekonomik göstergelerde büyüme sağlayarak değil; asıl olarak, ahlaki değerlerin yeniden yeşerdiği, vicdanların dirildiği ve adaletin şaşmaz bir şekilde tecelli ettiği bir zeminde yükselecektir. Aksi takdirde, göz kamaştıran her modern yapı, içinde yaşayan insanların sessiz çığlıklarını, bastırılmış umutlarını ve haksızlığa uğramış ruhlarını sonsuza dek saklayan, soğuk ve ruhsuz birer mezar taşı olmaktan öteye geçemeyecektir. Çünkü gerçek refah, somut yığınlarla değil, insan ruhunun derinliklerinde yaşanan huzur ve toplumsal vicdanın uyanışıyla mümkündür.