“En sinirine dokunan da posta müdürü HormidasDoucette’in postanedeki rahat koltuğuna yan gelip, kendini beğenmiş bir yabancı gibi, ona dostane gülümsemesiydi.
(...)
Thede’e sorarsanız, Doucette’in ona gülmeye ne kadar hakkı varsa onun da Doucette’den nefret etmeye o kadar hakkı vardı. Ama onu asıl sinirlendiren şey, posta müdürünün hoşa gitmek için dostça tavırlar takınmasıydı. Thede şimdiye kadar Doucette’le karşı karşıya geçip bir tek kelime konuşmadıktan başka o Fransız’ı kırk yıl her gün görse gene de karşılaştıkları zaman ağzını açmamağa karar vermişti.”
Bu betimleme, Amerikalı romancı ErskineCaldwell (1903-1987)’in “Penceredeki Işık” (çev. Melih Cevdet Anday, Varlık Yayınları, İstanbul 1961, s.3-4) adlı romanının kahramanı ThedeEmerson’un gözüyle yapılır. Yine bu kişinin bakışıyla yaşadığı kent olan Maine’in toplumsal dokusundaki yarılma şöyle betimlenmektedir:
“Devlet dairelerinde Kanadalılarla öteki yabancıları vergilerimizle besleye besleye memleketi berbat ettik, çıktık. Şu Doucette’i koltuğunda yan gelmiş otururken gören, postane onun sanır; beyimiz halkın hizmetinde bir memur değil sanki.”
Hemen birkaç satır sonra, bu kişinin insana bakışı ben-merkezci (daha genel anlamda “ırkçı”) bilinçaltı devinimini dışa vurur:
“Bu yabancı heriflerin, bu Kanadalıların, bu koca kafalı İskandinavyalıların, bu Macar güruhunun niyeti yerli halkı memleketten sürüp çıkarmaksa bilmiyor değiliz. Onlara kalsa bu işi hemen şimdi yaparlar. Ama daha zamanı gelmediğini kestirecek kadar kurnaz hepsi. Biraz daha geçsin, o gün de gelecek. Seçimde bire beşle hepimizi süpürecekler. Şu yazlığa gelenler, şu Kanadalılar ayak bastıktan sonra Maine öyle berbat duruma düştü ki tümünü bir anbar çürük elma ile değişmem.” (age, s.4)
Caldwell, “Tütün Yolu”, “Din Ticareti”, “Temmuz Vakası”, “Bir Garip Zenci” gibi romanlarında, röportajlarında yalın, eleştirel, mizahi ve gerçekçi bir anlatıma ağırlık verdiği için yadsınmış ve eleştirilmiş, hatta “kaba” bir gerçekçiliğe dayanmak suretiyle aşağılayıcı bir üslup kullandığı için suçlanmıştır. Bunun üzerine karısıyla, romanlarında anlattıkları insanların gerçek hayatlarını fotoğraflarla göstermiştir. Sanatı, romancılığı, bir Ernest Hemingway, bir John Steinbeck, bir JackLondon, bir John DosPassos, özellikle bir William Faulkner ile karşılaştırılamaz kuşkusuz. Ancak, doğal ve derinde yatan ruh ve zihniyetiyle “Amerikalı” denilen kişiliği oluşturan öğeleri betimlemesinde bu kişiliğin anlaşılmasında önemli ipuçlarını bulmak mümkündür. Ben-merkezcilik, belli bir amacı “pragmatist” (ki William James bunu felsefi bir kalıba dökmüştür) başarı düzeyiyle özdeşleştirme, ahlak ve inanç gibi yüce olguların ve değerlerin yine pragmatist çıkarcılığın ölçeğinde kavrama, bu kişiliğin ve zihniyetinin başat niteliği olarak ortaya çıkmaktadır.
Amerika’daki Başkanlık seçimi öncesi ve sonrasında seçilen Donald Trump üzerine yapılan konuşmalara, çoğunlukla temelsiz değerlendirmelere ve çarpıtılmış eleştirilere bakıldığında, sanki dünya sil baştan yeniden kurulacak. Obama’nın, ilk zenci Başkan olmasında da benzer güzellemeler, övgüler yapılmıştı. O zaman da biz, Amerikan sisteminin gereği ve çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapacağını, adeta yeryüzünde bulunmuş tek ideal sistem gibi göklere çıkartılan “Başkanlık sisteminin” aynıyla devam edeceğini yazmıştık. Hele ön adında “Hüseyin”in olması, bizdeki “sağcı”ların ağızlarını sulandırmıştı. Öyle olmadığı ortaya çıktı, ama görülüp anlaşıldığı söylenemez. Trump da, bu sistemin gerek ve çıkarlarını, kendi patavatsızlığına, kabalığına, insansızlığına ve değersizliğine dayanarak sürdürecektir. Kan, şiddet, zulüm, katliam ve kıyım, ihtimal daha fazla ve daha haşin nitelikte icra edilecektir. Caldwell’in romanındaki ThedeEmerson’un fırlak örneğini Trump olarak dünya izleyebilir.