İBB’nin İstanbul Kültür A.Ş.’nde bir haftada 200 bin adet kitap satışının gerçekleştiği duyurulduğunda, neye üzüldüğümü ve neye sevindiğimi sona bırakarak meseleyi bu ülkenin kanatılmaya müsait ve bir türlü kabuk bağlatılmayan yarası “Sağcılar ve Solcular” tanımlamasını baz alarak irdelemek istiyoruz.
CHP fikriyatına mizah gücünü katan ve rakibini, gerçeği yansıtmayan ters çevrilmiş esprilerle karşılamayı ve yıpratmayı öğreten, benimseten ve bunu da 50 yıldan fazla ömürde usanmadan yapan Akbaba dergisinin diriltilme öyküsünden başlayacağız yazmaya.
Katı CHP’li çizgisi dolayısıyla kapanmış Akbaba dergisinin sahibi Y.Z.Ortaç anlatıyor: İl başkanı Cevdet Kerim İncedayı çağırdı bir gün. Başvekil İnönü kaynaklı bir haberi verdi. Akbaba’yı yeniden neşretmene yardımcı olunacaktır. Halkevleri’nin 500 liralık aboneliği iyi mi?
500 lira mı, 5000 lira mı, 500 abone mi 5000 abone mi? Rakamlar akıllarda eksik kalabilir. Miktar değil anlatılmak istenen, ihtiyacın karşılanacağının sözüdür. Kapak içine devlet bankalarının reklamı zaten konacak.
Bu sayfada yazmıştık, Neyzen Tevfik’in davet ettiği halde kendisiyle görüşmemesi üzerine “Rızk için Allah Kerim, fısk için Cevdet Kerim” notunu bıraktığı CHP il başkanını, o gün tanışırdık ama birbirimiz arayacak kadar değil diyen Ortaç’ın ileride bir gün Kurtuluş Savaşının kahramanlarındandır diye yazmasını, elbette bu bağış işleri ile ilişkilendirmemek gerek. Biz de öyle yapıyoruz.
Halkevleri, bugünkü deyimle söylersek CHP’nin sivil toplum örgütü. Hani AKP’nin de, ABD’de 9 yıl kalmış Bilal Erdoğan’ın sırtına post geçirip, başına börk giyip, yanındaki kıravatlılar esas duruştayken ok atma talimi yaptığı resimlerinin paylaşıldığı vakfı gibi anlayın.
AKP’nin sadece birini anlattığımız onlarca sivil toplum kuruluşlarından Halkevleri’nin farkını iyi anlatabilmek için diğerlerinin rantlarını söz konusu etmeden, tarihe geçmiş bir icraatından da bahsetmeliyiz.
“İran kitap naşirlerinden biri, bizden bir roman ister ve Farsça iyi bilen bir Türk’e, sipariş eder. Bir müddet sonra, tercüme edilmiş romanı alan naşir, mütercime yazdığı bir mektupta diyormuş ki:
– Biz Türkler ve Türkiye aleyhinde bir kitap yayınlamak istemiyoruz.
Ahbabım olan mütercim gülüyordu, zira bu kitap Halkevlerinden ödül alan bir Halide Edib’in romanı idi.” (Münevver Ayaşlı – İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim.)
Gün olur, devran döner DP’nin iktidarının ikinci yılında, 52’de iki yayıncının şu konuşması yansır basılan dergilere.
“– Artık tercüme eser basmayacağım. Telif roman basmak daha kârlı.
– Neden?
– Müelliften üste para alıyorum da ondan.”
10 yıllık iktidarından sonra ihtilale maruz kalmasını ve başlarını vermesini yazarlarını bulmamasına, yetişmelerini sağlamamasına, olanları da desteklememesine bağlayabilir isteyenler.
Daha sonra gelenlerin hallerinden de bahsedilmeli. Mesela T.Özal’ın hayatını romanlaştırma iştahından.
Başbakanlığının ilk günlerinde bir kadın yazarı evine alır; ailesini tanısın, havaya girsin ve otursun yazsın diye. İki hafta kadar süren bir tahammülden sonra ayrılan o kadın yazarımızın dedikleri şöyledir: “Siz bir aile değilsiniz. Sizin hiç bir şeyiniz yazılmaz!”
Benzer bir teşhisi Amerikalı bir erkek yazar da Demirel için söylemiştir. Demirel gidip gelmelerini bitirdikten ve Çankaya’dan 28 Şubat banisi olarak indikten sonra randevu aldığı bir yazarın karşısına oturur Amerika’da, bir hafta kadar. Anlatır anlatır, her soruya cevap verir. Netice menfidir. Sizin hayatınızdan bir roman çıkmaz!
Akbaba’dan son bir misalle üzüntümüzün birazını paylaşmak isteriz.
54’ün Kasım ayı. Meclis’te CHP’nin provokatörlerinden Sırrı Atalay’ın (12 Eylül’le bitti parlamenterliği) Menderes’e karşı, o gün orda olan Ortaç’ın da yazdığı gibi “Ayıp ve çirkinin sınırlarını aşan iftirası” üzerine Giresun mebusu Adnan Tüfekçi yumrukla karşılık verir. Olayı şöyle yorumluyor Ortaç, başyazısında.
“Adnan menderes çapında bir insana:
– Sen Kordonboyu’nda Yunan zabitleriyle kol kola gezmişsin!
Diyebilen insafsız ağıza atılacak en güzel tokat ne idi bilir misiniz?.. Hemen Meclis kürsüsüne çıkıp sormak:
– Bay Atalay, göğsündeki İstiklal madalyasını Adnan Menderes’e Trikopis mi verdi.”
Menderes’i savunacak yazarlar olmadığından çirkin bir olay hakkında bir kaç kelam etmek vazifesi bir CHP kalemşoruna kalmış işte böyle.
Bir anı da bizden yazıp, İBB’nin CHP’li başkanı kadar kitap ve yazar dostu olmayanları anarak, üzüntümüzü artırmadan neye sevindiğimizi de böyle söylemiş olalım.
İnkılap yayıncısı Hasan Güneş anlatıyor: “Eylül 1993-Mart 1996 yılları arasında 3 ayda bir yayınladığımız İslami Sosyal Bilimler Dergisi akademik çevrelerde ilgi görmesine rağmen maddi yükünü ancak 9 sayı çekebilmiştik.
O sırada bir çözüm olur ümidiyle İBB’nin iştiraklerinden bir sayfalık ilan talebiyle Başkanlık Danışmanı Prof. Dr. Ömer Dinçer beyi ziyaret ettim. Hemen sorumlu kişiyi yanına çağırdı ve talebimi aktardı. O kişi de, iştiraklerde tasarrufa gidildiğini, ilan veremeyeceklerini söyledi. Elim boş dönmüştüm.
Daha sonraki bir gün bir yazar ağabeyle İBB Genel sekreteri ile görüştük. Bizi Atatürk kitaplığı müdürüne gönderdi.
O sayın müdür ise bize alımını yaptıkları Risale-i Nur külliyatı listesini göstererek, alımları kapattık dedi. Oradan da eli boş dönünce, yayınımıza ara veriyoruz ibaresiyle son sayımızı çıkarttık.”
KAHRAMANIN TAYİNCİSİ SOSYOLOGMUŞ
“Evlatlarımızı Kore’ye gönderen Menderes demokrasi kahramanı değildir” demiş Emre Kongar, son günlerde Menderes’e yoğun iftira programlarıyla ünlenen bir tele kanalda.
Almanya’dan, İtalya’dan, Polonya’dan madalyalar toplamak marifetli bir sosyolog olan sayın Kongar, Demokrasi uğruna başını vermiş Menderes üzerinden alkış ihtiyacı karışlamaya çıkacağına, o Kore’ye asker gönderme gününde CHP’nin hali ve tavrını bir araştırsaydı ya...
Karşısında ise 20 yıldır MHP ittifaklı AKP iktidarını savunmaktan nefesi tükenmiş, erimiş, bitmiş bir suskunlar topluluğu...
Gençliğinin baharında yaşadığı 27 Mayıs idamlarından yeteri kadar tatmin olmamış Kongar beye, İsmet Paşa’nın benim destanımı yazsın diye hep yanında taşıdığı bir kalemşörünün yazısından bahsedelim de meydancıbaşı hayaline taş koymuş olalım.
“İşte, 1950’den beri Türkiye’nin kaderi o korktuğumuz ellerdedir.
Ne oldu?
Olanlar meydanda.
Kore cephesinde parlayan beş bin süngü, beş kıtada yüzümüzü aydınlattı.
Atlantik Paktına, bu süngülerin açtığı yoldan girdik.
Ve... Ve Yunanistan bize, hükümetinin elini değil milletinin kalbini verdi.
Meğer, tarih boyunca zaferden zafere koşmuş, kıt’alar fethetmiş, imparatorluklar kurmuş bir millet için, dış politika hüneri, artık şahısları aşan, adeta irsi bir istidadın devamı imiş.” (8 Mayıs 1952 – Dün, Bugün, Yarın – Y.Z.Ortaç)
MİNARE Mİ HOPARLÖRÜ MÜ
İstanbul’u anlatan bir edebiyat parçasından aklımda kalmış bir latifeyi anlama gayretim hep boşa çıkmış, bir türlü çözememiştim kastedileni.
İstanbullu Boğaz’ı yürüyerek geçmişti o sene, gibi abartılmış bir anlatıma saklansaydı gizem, Boğaz’ın Karadeniz’den kopup gelen buzların istilasına uğradığı 54 Mart’ında yazılıp çizilenleri hatırlar, gülümser geçerdik.
Lakin, Hafız Burhan, Sirkeci’deki Büyük Postane’den bir asıldı mı “Makber”i, Kadıköy’de huşu içinde dinlenirdi, cümlesinde ne vakit çağrışımı vardı, ne de mevsim...
Doğruluğuna inandığım bu hâlde, Hafız Burhan hangi makamda idi acaba? İstanbul nasıl bir sükûneti yaşıyordu? Boğaz uyurken mi yutuyordu gemilerin ve dalgaların hışırtısını da, Makber rast geliyordu Kadıköylülerin kulaklarına.
İstanbul Radyosunun Büyük Postane’nin bodrumundan yayına başladığını öğrendiğimde latifede saklanan kerameti ancak anlamıştım.
İnsan sesini radyo kadar uzaklara taşıyamasa da bugünlerde camiler üstünden ateşli tartışmalara malzeme olan bir de hoparlör mevzumuz var.
Hafız Burhan, radyo, Sirkeci, Kadıköy’ü münakaşadaki adlarla paralelleştirirsek şu sıralamayı yaparız: Hafız müezzin, hoparlör, Fatih, Beyoğlu.
Bu yazılıştaki Fatih anlaşılırken, neden Beyoğlu sorusuna kerameti kendinden menkul bir cevabımız olsun.
Bir sabah, mahalle camisinin tek şerefeli minaresinden yayılan ezanı duymaya ayarlı bir insanımız, hoparlörden yayılan yüksek frekanslı ve makamlı bir ezanla uyanıverse, neyi düşünür? Namaza kaldırılmasındaki seçilmişliğini...
Mehmed Şevket Eygi Ağabey anlatmıştı.
60’ların başında Fatih’teki bir evde toplananların sohbet konusu, Fatih Camii minarelerine hoparlör takılmasıdır. İstanbullu önce Fatih Camii’nin ezanlarını duymalıdır.
Konuklardan biri, Fatihli olmanın ayrıcalığını farklı ifade eder o gece: Beyoğlu’nun uyuyanları sıçrasınlar, zıplasınlar; Fatih Camii’nden yayılan ezanı duyduklarında.
Hoparlöre karşı olan Eygi ağabey, anlatımdaki olumsuzluğa dikkatimizi çekmişti o gün.
Geçtiğimiz günlerde İzmir’deki bir caminin hoparlör sistemine girilerek müzik yayını yapılmasının tahmin ettiğimiz sebebinden sizleri de haberli kılmak için yaptık bu uzun girişi.
Tv’ler haber saatlerinde işin uzmanına soralım şartlandırmasına tabi tutarak seyircilerini, hoparlör firmacılarını konuşturmaya başladıklarında ve onlar da camilerimizdeki sistem çok eskidi, yeni sistemi kurarsak böyle kaçaklar olmaz vezninde anlattıklarında çözümü, dinleyenlere, içinde ihale kelimesiyle düşünmek kalıyordu.
Rant ve teferruat!