20. Asır Bid’Atçileri ve Cemarr

Abone Ol

İslâm, “devletli din” olarak doğmuştur. Resûlullah (s.a.v), müşriklerin “davasını terk etmesi” karşılığında Mekke şehir devletinin başına geçirme teklifini reddetmiş, davasından vazgeçmeyeceğini deklare etmiştir.

Resûlullah (s.a.v), on üç yıllık Mekke döneminden sonra miladi 622 yılında Medine’ye devlet kurmak üzere hicret etmiştir. Zira, Hicret’ten önce Medine’deki Müslümanlar, “I. ve II. Akabe Biatları” ile söz vermişti. Bu sözler, Resûlullah (s.a.v)’ın liderliğinin kabulü anlamına gelmekteydi.

622 yılında Medine’de kurulan İslâm devletinin başkanı Hz. Muhammed (s.a.v), yasası da Kur’an’dı. Resulullah (s.a.v)’ın uygulamaları ise bu yasamanın yönetmelik ve tamimleri gibiydi.

Bu devlet, dini temsil ve aynı anda himâye ediyordu. Bu uygulama sonraki devletlere de örnek oldu. Bütün siyasi çekişmeler ve uygulama hatalarına rağmen Emevî ve Abbasî hanedanı da dini omuzladı ve dünyaya yaydı. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmesinden sonra bu görev, Karahanlı Devleti’ne intikal etti. En son Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ile adalet tesis edildi, devlet genel anlamda dine ve ümmete kanat gerdi; özel olarak da “Ehl-i Sünnet” anlayışı devlet eliyle korundu.

Bundan dolayı ilk asırlardan itibaren dinde reform hareketleri baş göstermiş olsa da, devletin himayesi ve ilmin gücüyle bu bid’atler bertaraf edildi. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin güç kaybetmesiyle, 20. asrın başında İslâm dini devletsiz kaldı. Devletsiz dine karşı saldırılar da böylece etki alanı buldu.

20. asırdaki bu kaotik ortamda ortaya çıkan fırkaları şunlardır: “Cemarr, dinlerarası diyalog, tarihselcilik, dinde reform, hadis inkârcılığı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan Kur’an İslâm’ı”.

CEMARR

Son devrin büyük İslâm âlimlerinden, dinde reform ve dinlerarası diyalog fitneleriyle mücadeleyle bir ömür geçirmiş, İslâm akaidi konusundaki yetkin isimlerden rahmetli Ali Nar Hoca “İslâm İnancı” kitabında CEMARR’ı 20. asır bid’at fırkaları arasında zikretmektedir.

Cemarr, dini modernizmin üç şövalyesi Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’nın ad ve soyadlarının ilk harfleri dikkate alınarak Ali Nar Hoca tarafından formüle edilmiş; 20. asır bid’at fırkalarından sayılmıştır.

Ali Nar Hoca, Cemarr mezhebinin savunduğu ilkeleri şöyle sıralamaktadır:

“1- Dördüncü hicri asırdan itibaren mezhep imamları aşılmaz sayıldığı için İslâm dünyasında ilim ve fikir donmuştur. Bu durumun aşılması için Abbasilerdeki felsefi tercüme hareketine benzer bir çalışma ile İslâm’a yeni bir ilkah lazımdır.

Bazı müsteşrikler bunu ısrarla istemiş, aksi halde İslâm’ın hayatiyetinden söz edilemeyeceğini vurgulayıp, Luther’in müjdecisi olarak Efgani ve Abduh’u göstermişler ve asıl Luther’in ilmiye sınıfından çıkacağını ileri sürmüşlerdir. Gizli gizli Lutherliğe ya da sözümona müceddidliğe heveslenen hayranları ise “bu üç şahsın fikirlerini tam kavrama durumunda; iki asırdır aramakta olduğumuz gerçek İslâm’ı yeniden bulmak mümkün olur” derken, bazıları da Peygamberimiz’in dinin omurgasına konamayacağını, ama izlenmesi gereken çağdaş rehberlerin de unutulmaması tavsiyesinde bulunurlar. Bunlarınsa Cemaleddin Efganî, Muhammed Abduh ve Fazlurrahman gibi düşünürler olacağını savunurlar.

2- Bu mezhebin öncüsü ve takipçileri, İslâm dünyasının geri kalmasını, dinî ilimlerdeki gelenekçi ve mezhepçi tutuma bağlarlar. Mutlaka yeni içtihatlarla (bir tür şûra) bir canlılık, tecdid ya da “din ıslahı” gereklidir, derler.

3- Geçmiş ulema çekingen davranmış ya da yönetimlerin isteği doğrultusunda geleneklere bağlı kalmış, yeni meselelere yeni içtihatlarla cevap ve çözüm getirememişlerdir. Meseleler tıkanmış, o yüzden de çağa ayak uydurmak, ilerlemek mümkün olmamıştır. Bunların aşılması için aslında söylendiği gibi zor olmayan içtihat kapısı açılmalıdır. Eski içtihatları geriletici sayan bu anlayış, Cemaleddin Efganî’nin etkisiyle olacak ki, Şia’da olduğu gibi yaşayanların içtihadını gözlemekte ve öne çıkarmaktadır.

4- Bir hal çaresi olarak da “mezheplerin telfiki”ni teklif ederler. Bu da iki tarzda gözükür. Cemarr ekibinin ideali olan Şii-Sünni birliğidir. Ama meselâ Türkiye’de bağlıları bunu, Sünni dört mezhebin içtihatlarını telif şeklinde anlarlar ve fetva istendiğinde, hangi mezhepteki görüş hoşlarına giderse (tabii bilirlerse) onu sunarlar.

5- Yöntem ve hedeflerinde, Vehhabiler (ve ilk öncüleri İbn Teymiyye) gibi “asıllara yani, Kitap ve Sünnet’e dönüş” vardır. Sanki meşhur imamlar (Eimmet’ül-Âlâm dahil) keyfi fetvalarla, Kitap ve Sünneti ihmal etmişler de, din aslından sapmış ve ıslahat da işi aslına döndürmek; sanki dini yeniden inşa etmek olmuştur!

6- Ancak bu “yeniden inşa-ıslah, asıllara dönme” derken sanki Kitap ve Sünnet selefin (özellikle ashabın) tavır ve ciddiyetine dönmek gibi bir asil tavır algılanır. Halbuki uygulamalarıyla tam anlamıyla akılcı (mu’tezilî) bir kafa sergilerler. Bu yüzden de müsteşriklerden bir hayli takdir devşirirler. Çünkü bunların gerçekleşmesi için onların tavsiyesi, Kur’an’ı yeniden yorumlamak ve hadis kaynaklarını yeniden süzgeçten geçirmektir.

7- Baştan beri Şiilerinkinden az farklı, bir de Mehdilik fikri/iddiası tekrarlanır. Cemaleddin Efganî’nin, Sultan II. Abdulhamid’e “Beni Mehdi ilan et, Türkistan’ı kurtaralım” diye başvurduğu bilinir. Daha sonraki zamanlarda, özellikle Türkiye’de bu iddiayı ortaya koyanlar olmuştur”.

Netice-i kelam:

Cemaleddin Efgani’nin masonluğu, bizzat el yazısı ile verdiği başvuru dilekçesiyle sabittir. Sadece bir locaya değil birkaç mason locasına bağlanmıştır. Prof. Dr. Muhammed Hüseyin, “Modernizmin İslam Dünyasına Girişi” adlı eserinde Cemaleddin Afganî, Mısır’a gittiği zaman İskoç Mason Locası’na bağlıydı, ancak daha sonra bu locayla arası açılınca Fransız Mason Locası’na bağlanmıştır” demektedir. Türkiye’de masonların çıkarttığı “Mimar Sinan” dergisi (sayı: 127, Mart 2003) Afganî için özel sayı çıkartmıştır.

Cemaleddin Efgani’nin takipçisi Muhammed Abduh da masonluğa girmiştir. Abduh, dinlerarası diyalog fikrini savunarak “İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur” demektedir.

Yine, Bakara Sûresi 62’nci ayetteki “Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir” ayetini istismar ederek “Ehl-i Kitap”ın kurtuluşa ereceği fikrini ilk defa ortaya atan M. Abduh’tur. Oysa bu ayette belirtilen ve “Rableri katında ecir alacak Yahudi ve Hıristiyanlar”, Peygamber Efendimiz’in risâletinden önce gelmiş, şirke düşmemiş ehl-i fetret kimselerdir; sonraki ve bugünküler değil.

M. Abduh, Fil Sûresi’nde anlatılan “Ebabil kuşlarını” zahirî manasında değil teville izaha kalkışmış; atılan taşların kızamık veya çiçek mikrobu olabileceğini iddia etmiştir.

M. Abduh, mezhepler hakkında “Bulunduğumuz asır, bir mezhep üzerine saplanıp kalacak zaman değildir” demiş; talebesi Reşid Rıza da mezhepleri birleştirme fikrini savunmuştur. Rıza’nın eseri, Hayrettin Karaman tarafından “Gerçek İslâm’da Birlik” adıyla tercüme edilerek yayınlanmıştır.